Çanakkale Ruhu Uyansın!
Zaman tarihleşirken sayfalarda… Tarih yazan değil tarih yapan bir neslin torunu olmak ruhumu okşuyor. Köklü bir milletin, asil bir halkın bütün dünyayı şakına çeviren mücadelesidir Çanakkale. İşgal kuvvetlerinin hesaplarını paçavra gibi suratlarına fırlattığı bir tarihtir Çanakkale. Onlar ki Çanakkale'ye gelirken çok farklı düşünüyorlardı. Ateş püsküren, ölüm saçan silahları ile lime lime ettikleri topraklarımızı elimizden almayı planlıyorlardı. Kendinden emin düşman İstanbul'u alınca neler yapacağını planlamakta, turizm şirketleri gelecek aylar ile ilgili tur planları yapmaktadır. Çanakkale boğazının beş saat gibi bir sürede geçeceklerini, İstanbul'u yağmalayıp gelecek nesillere harp okullarında okutulacak bir ders bırakacaklarını söylüyorlardı. O kadar ileri gitmişlerdi ki Müttefik Ordular Başkomutanı General lan Hamilton şöyle diyordu; “Harekâtımız Türkler üzerinde tam öldürücü şekilde olacaktır. Türkler geri çekilmeye bile vakit bulamayacaklardır. Ve Hamilton'un küstah subaylarından biri de şöyle bir ifade kullanıyor;”Türk esirlerini nerede ve nasıl yedirip su temin edeceğimizden endişe ediyorum.”
Belli ki bu sözleri sarf etmek cahilliğini gösteren şahıslar Türkleri tanımıyordu. Çanakkale bizim kapımızdı. Anadolu'nun kilidi… Hiçbir Müslüman evladı mahreminin kapısından haramiyi sokmazdı. Bunu sert Osmanlı şamarını yiyince anladılar. Birilerinin dayatmaya çalıştığı gibi Çanakkale bir “Centilmenler Savaşı” asla değildir. Boğazımıza, can damarımıza bizi boğmaya gelen akbabalara verilen bir savaş dersidir. Kelime oyunları ile bu büyük destanı ufaltmaya çalışmak, dostluk nameleri ile bize tarihi unutturmaya çalışmak boş bir hevesten öteye gitmeyecektir. Çanakkale savaşları sadece bir zaferden ziyade, sosyal sonuçlar olan incelenmesi gereken bir savaş laboratuarıdır
Çanakkale Milletimizin yaşadığı en yoğun stratejik savaştır. Balkan yenilgisinden sonra hasta adam yaftasını yiyen Osmanlının küllerinin volkanlaştığı bir silkiniş ve diriliş çığlığıdır Çanakkale. Bu muhteşem destanda dünya şunu çok iyi öğrendi; Sadece maddi gücün yeterli olmadığını, inanmış, imanlı, azimli bir ruhun strateji dolu hamleler ile neler yapabileceğini öğrendi. Çanakkale kahramanları gelecek nesillere altın bir zaferin yanında, millet olma şuurunun neler yapacağını miras bıraktı.
Zamanın ibresi tüm güçleri ile küçücük karaya saldıran yığınlarca yağmacı yamyamın nefes ve aman vermeyen saldırısına sahnelenirken. Yoklukla, açlıkla mücadele eden vatan evlatları taze başakların tırpan hücumunda yok oldukları gibi bir bir toprağa düşüyordu. Çanakkale toprağı o kadar şehit kanı ile sulanmıştı ki ibretlik bir anı bunun göstergesidir.
Çanakkale Gazisi Biga Ramazanlar Köyü'nden Mehmet Aşkın ibretlik olayı şöyle anlatıyor: “Bir gece beni keşif kolu çıkardılar. Karayürek Deresinin yatağında geziniyordum. Çok susamıştım. Dere şırıldıyordu. Mataramı doldurdum; birkaç yudum içtiğimde, içtiğim suyun tadı çok başkaydı. Ay bulutun arkasından ayrılınca, avucuma mataradan o suyu aldığımda, matarama doldurduğum şeyin kan olduğunu anladım”
Anlatılacak o kadar çok olay var ki… Ne benim gücüm yeter, ne ciltlerce kitap. Sadece bu noktada bir süre durup yaşananları düşünmek gerekiyor.
Yaşananlar düşündükçe insanın tüyleri ürperiyor. Kendini bir düzene, nizama çekesi geliyor. Bu destan başka bir milletin olsaydı acaba böyle unutulmaya, yok sayılmaya çalışılırımıydı diye…
Sabah Gazetesi'nin 17.03.2005 tarihli sayısında Gazeteci Yazar Yavuz Donat'ın köşe yazısında Çanakkale ile ilgili bir yazı okumuştum. Yazının ilgimi çeken kısmını aynen aktarıyorum.
“Yeni öğrendik, Japonların bir "şoklama sistemi" varmış. Her yaştaki Japon'un "eğitimi için" çok önemli bir sistem. Japonlar önce ülkelerinde "atom bombasının düştüğü yerlerden birine" gidiyor ve götürülüyorlarmış. "Güçlü olmazsak, başımıza yine bunlar gelir" diye.
Sonra teknoloji harikası olan bir fabrikaya. “Çok çalışırsak
bütün dünya ile yarışırız" diye.
Ve bir süredir de "şoklamanın üçüncü ayağı olarak" Çanakkale'ye geliyorlarmış. "Boğazı... Gelibolu'yu... Savaş alanını" geziyorlarmış. "Vatan böyle korunur" diye.”
Ya bize ne demeli… Unutuyoruz… Her şeyimizi unuttuğumuz gibi bu şanlı tarihimizi de unutuyoruz. Neler unutmadık ki? Ülkemiz üzerinde oynanan oyunları unuttuk. Ermenilerin çocuklarımızı katlettiğini, Yunanlıların şımarıkça işgallerini, ülkemizi satranç tahtasına çeviren kardeşi kardeşe kırdıran zihniyeti unuttuk… Sarıkamış'ta tek bir mermi bile atmadan kardelen olan binlerce vatan evladını unuttuk. Unutmak en büyük alçaklıkmış onu da unuttuk.
Artık uyanma ve uyandırma zamanı… Kendinize, evlatlarınıza, öğrencilerinize zaman ayırın. Anlatın yorulana kadar… Bıktırana kadar anlatın gerçek tarihimizi. Vatan sevmenin ne demek olduğunu çocuklarımıza anlatın. Ve şunu da ihmal etmeyin; Onları bir kere de olsa Çanakkale'ye götürün. Görsünler bütün dünyaya kafa tutan o koç yiğitleri… O manevi havayı teneffüs etsinler. O muhteşem destanı gözleri ile görsünler. Ve bilsinler ki vatan sevmek bedel ister. Bu şuur ile tüm dünyaya haykırsınlar; “BU VATAN BİZİM” diye…
Zaman tarihleşirken sayfalarda… Tarih yazan değil tarih yapan bir neslin torunu olmak ruhumu okşuyor. Köklü bir milletin, asil bir halkın bütün dünyayı şakına çeviren mücadelesidir Çanakkale. İşgal kuvvetlerinin hesaplarını paçavra gibi suratlarına fırlattığı bir tarihtir Çanakkale. Onlar ki Çanakkale'ye gelirken çok farklı düşünüyorlardı. Ateş püsküren, ölüm saçan silahları ile lime lime ettikleri topraklarımızı elimizden almayı planlıyorlardı. Kendinden emin düşman İstanbul'u alınca neler yapacağını planlamakta, turizm şirketleri gelecek aylar ile ilgili tur planları yapmaktadır. Çanakkale boğazının beş saat gibi bir sürede geçeceklerini, İstanbul'u yağmalayıp gelecek nesillere harp okullarında okutulacak bir ders bırakacaklarını söylüyorlardı. O kadar ileri gitmişlerdi ki Müttefik Ordular Başkomutanı General lan Hamilton şöyle diyordu; “Harekâtımız Türkler üzerinde tam öldürücü şekilde olacaktır. Türkler geri çekilmeye bile vakit bulamayacaklardır. Ve Hamilton'un küstah subaylarından biri de şöyle bir ifade kullanıyor;”Türk esirlerini nerede ve nasıl yedirip su temin edeceğimizden endişe ediyorum.”
Belli ki bu sözleri sarf etmek cahilliğini gösteren şahıslar Türkleri tanımıyordu. Çanakkale bizim kapımızdı. Anadolu'nun kilidi… Hiçbir Müslüman evladı mahreminin kapısından haramiyi sokmazdı. Bunu sert Osmanlı şamarını yiyince anladılar. Birilerinin dayatmaya çalıştığı gibi Çanakkale bir “Centilmenler Savaşı” asla değildir. Boğazımıza, can damarımıza bizi boğmaya gelen akbabalara verilen bir savaş dersidir. Kelime oyunları ile bu büyük destanı ufaltmaya çalışmak, dostluk nameleri ile bize tarihi unutturmaya çalışmak boş bir hevesten öteye gitmeyecektir. Çanakkale savaşları sadece bir zaferden ziyade, sosyal sonuçlar olan incelenmesi gereken bir savaş laboratuarıdır
Çanakkale Milletimizin yaşadığı en yoğun stratejik savaştır. Balkan yenilgisinden sonra hasta adam yaftasını yiyen Osmanlının küllerinin volkanlaştığı bir silkiniş ve diriliş çığlığıdır Çanakkale. Bu muhteşem destanda dünya şunu çok iyi öğrendi; Sadece maddi gücün yeterli olmadığını, inanmış, imanlı, azimli bir ruhun strateji dolu hamleler ile neler yapabileceğini öğrendi. Çanakkale kahramanları gelecek nesillere altın bir zaferin yanında, millet olma şuurunun neler yapacağını miras bıraktı.
Zamanın ibresi tüm güçleri ile küçücük karaya saldıran yığınlarca yağmacı yamyamın nefes ve aman vermeyen saldırısına sahnelenirken. Yoklukla, açlıkla mücadele eden vatan evlatları taze başakların tırpan hücumunda yok oldukları gibi bir bir toprağa düşüyordu. Çanakkale toprağı o kadar şehit kanı ile sulanmıştı ki ibretlik bir anı bunun göstergesidir.
Çanakkale Gazisi Biga Ramazanlar Köyü'nden Mehmet Aşkın ibretlik olayı şöyle anlatıyor: “Bir gece beni keşif kolu çıkardılar. Karayürek Deresinin yatağında geziniyordum. Çok susamıştım. Dere şırıldıyordu. Mataramı doldurdum; birkaç yudum içtiğimde, içtiğim suyun tadı çok başkaydı. Ay bulutun arkasından ayrılınca, avucuma mataradan o suyu aldığımda, matarama doldurduğum şeyin kan olduğunu anladım”
Anlatılacak o kadar çok olay var ki… Ne benim gücüm yeter, ne ciltlerce kitap. Sadece bu noktada bir süre durup yaşananları düşünmek gerekiyor.
Yaşananlar düşündükçe insanın tüyleri ürperiyor. Kendini bir düzene, nizama çekesi geliyor. Bu destan başka bir milletin olsaydı acaba böyle unutulmaya, yok sayılmaya çalışılırımıydı diye…
Sabah Gazetesi'nin 17.03.2005 tarihli sayısında Gazeteci Yazar Yavuz Donat'ın köşe yazısında Çanakkale ile ilgili bir yazı okumuştum. Yazının ilgimi çeken kısmını aynen aktarıyorum.
“Yeni öğrendik, Japonların bir "şoklama sistemi" varmış. Her yaştaki Japon'un "eğitimi için" çok önemli bir sistem. Japonlar önce ülkelerinde "atom bombasının düştüğü yerlerden birine" gidiyor ve götürülüyorlarmış. "Güçlü olmazsak, başımıza yine bunlar gelir" diye.
Sonra teknoloji harikası olan bir fabrikaya. “Çok çalışırsak
bütün dünya ile yarışırız" diye.
Ve bir süredir de "şoklamanın üçüncü ayağı olarak" Çanakkale'ye geliyorlarmış. "Boğazı... Gelibolu'yu... Savaş alanını" geziyorlarmış. "Vatan böyle korunur" diye.”
Ya bize ne demeli… Unutuyoruz… Her şeyimizi unuttuğumuz gibi bu şanlı tarihimizi de unutuyoruz. Neler unutmadık ki? Ülkemiz üzerinde oynanan oyunları unuttuk. Ermenilerin çocuklarımızı katlettiğini, Yunanlıların şımarıkça işgallerini, ülkemizi satranç tahtasına çeviren kardeşi kardeşe kırdıran zihniyeti unuttuk… Sarıkamış'ta tek bir mermi bile atmadan kardelen olan binlerce vatan evladını unuttuk. Unutmak en büyük alçaklıkmış onu da unuttuk.
Artık uyanma ve uyandırma zamanı… Kendinize, evlatlarınıza, öğrencilerinize zaman ayırın. Anlatın yorulana kadar… Bıktırana kadar anlatın gerçek tarihimizi. Vatan sevmenin ne demek olduğunu çocuklarımıza anlatın. Ve şunu da ihmal etmeyin; Onları bir kere de olsa Çanakkale'ye götürün. Görsünler bütün dünyaya kafa tutan o koç yiğitleri… O manevi havayı teneffüs etsinler. O muhteşem destanı gözleri ile görsünler. Ve bilsinler ki vatan sevmek bedel ister. Bu şuur ile tüm dünyaya haykırsınlar; “BU VATAN BİZİM” diye…