Cıhad-ı ekber...
Nefsiyle problemlerini çözememiş bir insanın çevresi ve toplumla alakalı problemleri de çözemeyeceği ifade ediliyor. Nefsin ıslahıyla toplumun ıslahı arasında nasıl bir münasebet vardır...
Lügat mânâsı itibarıyla nefis; bir şeyin özü, esası, kendi demektir. Istılahta ise o, belli hikmet ve maslahatlara binaen insan mahiyetine yerleştirilmiş kin, nefret, şehvet, gazap.. gibi zahiren muzır unsurların esası ve merkezi; şeytanın vesvese ve telkinlerine açık, âdeta ona santrallik vazifesi yapan bir mekanizmanın adıdır. Fakat bilinmesi gerekir ki, bu mekanizma aynı zamanda tahavvül ve terakkiye de açıktır; insanın mânevî âlemlere yükselmesinin önemli bir vesilesidir. Ancak onun bu olumlu misyonu eda edebilmesi, serkeş bir atın ağzına gem vurulup binit olarak kullanılması gibi, semavî disiplinlerin kontrolü altında terbiye ve tezkiye edilmesine bağlıdır. Aksi takdirde kendi haline bırakıldığında o, sürekli heva ve hevesin peşinden koşacak, hayvanî ve cismanî arzuların esiri olup fenalıkları kovalayacak ve neticede bir yerde, insanın baş aşağı uçurumdan yuvarlanıp gitmesine sebep olacaktır.
Sütten Kesilmeyen Çocuk
İmam Bûsîrî meşhur kasidesinde terbiye görmemiş nefsin halini şöyle bir teşbihle dile getirir:
وَالنَّفْسُ كَالطِّفْلِ اِنْ تُهْمِلْهُ شَبَّ عَلَى حُبِّ الرَّضَاعِ وَاِنْ تَفْطِمْهُ يَنْفَطِمِ
Nefis tıpkı süt emen bir çocuk gibidir. Şayet (vakti geldiği hâlde onu sütten kesmez de) kendi hâline bırakırsan, süt emme arzusu gittikçe kuvvetlenir. Bir kere sütten kesme iradesini gösterebilirsen, o zaman da sütten kesiliverir. Evet, nefis önemli ve ikna edici deliller kullanılarak zamanında ve mevsiminde sütten kesilecek olursa onun sınır tanımaz arzularına gem vurulmuş olur. Fakat -hafizanallah- nefis, bohemliğe açık hâlde bırakılır ve menfi duygu ve düşüncelerin tesirinde büyürse, daha sonra hiç söz dinlemez bir hâle gelir; gelir de insana sürekli kendi arzularını, kendi heveslerini, kendi kaprislerini dayatır. Bu ise hakikatle kişi arasında bir kısım mânia ve perdelerin meydana gelmesine, husuf ve küsuf yaşanmasına sebep olur. İşte bu itibarladır ki, nefsinin esiri, nefsine ait problemlerin hamallığını yapan böyle bir kişinin başkalarına örnek olması ve onları hayra yönlendirebilmesi mümkün değildir. O hâlde insana düşen vazife, öncelikle problemi kendi içinde, nefsinde çözmesidir. Bunun yolu ise, iradenin hakkını verip nefsin sınırsız arzu ve isteklerine karşı bir yerde dur deyip önüne geçmek, meşru dairedeki zevk ve lezzetlerle iktifa edip onun harama adım atmasına fırsat vermemektir. Böylece o, sürekli kötülükleri emredip duran emmare mertebesinden kurtarılıp tavır ve davranışlarını sorgulayan ve kendini levm eden levvame mertebesine yönlendirilmiş, hatta Rabbiyle münasebeti açısından vicdanı tam oturaklaşmış hâlde mutmainne ufkuna yükseltilmiş olacaktır. Ayrıca insan pek çok zararlı unsurdan Allaha sığındığı gibi, şeytanın, insan mahiyetindeki santrali olarak vazife yapan kendi nefsinden ve kendi benliğinden de sabah akşam Allaha sığınmalıdır. Yoksa nefis problem üretmekten vazgeçmeyeceği gibi, insan da sırtında nefse ait pek çok problemi taşımaktan kurtulamayacaktır.
Cihadın En Büyüğü
Esasında Allah Resûlünün (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir savaştan dönerken, Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz. (el-Beyhakî, ez-Zühd, 1/165) ifadesiyle insanın nefsiyle olan mücadelesini en büyük cihad olarak beyan buyurması meselenin ehemmiyetini göstermesi açısından dikkat çekicidir. Bu ürpertici beyanın, Müslümanlar açısından çok önemli ve kritik olan büyük bir savaşın dönüşünde söylenmesi de, nefisle mücadele etme ile düşmanla yaka paça olma arasında bize bir mukayese imkânı vermektedir.
Bir de böyle bir sözün, zaferin tam hissedilip duyulduğu bir zamanda söylenmesi çok manidardır. Çünkü bazen çok önemli bir söz söylenir, fakat insanların ruh haletleri nazar-ı itibara alınmaz. Dolayısıyla muhatapların ruh haletleri hesap edilmeden ifade edilen böyle bir söz istenen seviyede gönüllerde tesir meydana getirmez. Bu açıdan bakıldığında söz konusu mübarek beyanın böyle bir makamda söylenmesi, Müslümanları zafer sarhoşluğundan kurtarması adına çok önemlidir. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu ifadeleriyle, zaferyâb olduktan sonra fatih bir ordu olarak Medineye giren ashabının içlerine gelebilecek olumsuz düşünceleri bertaraf etmek istemiştir.
Hâsılı, tarihte ve günümüzde nice örneklerde görüldüğü üzere problemlerini nefsinde halletmeyen bir insan, maddî ve mânevî mazhariyetleri dahi çok defa kendi helaketine birer sebep hâline getirebiliyor. Esasında bir nimet insanı Allahtan uzaklaştırıyor ve onu gaflete sevk ediyorsa o, nimet değil; nimet görünümünde bir nikmettir. Evet, insanı Allahtan uzaklaştıran şey İstanbulun fethi bile olsa, bilinmesi gerekir ki, bu da Allahın insana musallat ettiği bir musibettir ve insana kazanma kuşağında en büyük hüsranı yaşatır. İşte bütün bu tehlikelerden korunmanın yolu cihad-ı ekberi yani nefisle mücahedeyi hiçbir zaman terk etmemek, nefsin hile ve tuzakları karşısında sürekli teyakkuz hâlinde bulunmaktır.
Nefsiyle problemlerini çözememiş bir insanın çevresi ve toplumla alakalı problemleri de çözemeyeceği ifade ediliyor. Nefsin ıslahıyla toplumun ıslahı arasında nasıl bir münasebet vardır...
Lügat mânâsı itibarıyla nefis; bir şeyin özü, esası, kendi demektir. Istılahta ise o, belli hikmet ve maslahatlara binaen insan mahiyetine yerleştirilmiş kin, nefret, şehvet, gazap.. gibi zahiren muzır unsurların esası ve merkezi; şeytanın vesvese ve telkinlerine açık, âdeta ona santrallik vazifesi yapan bir mekanizmanın adıdır. Fakat bilinmesi gerekir ki, bu mekanizma aynı zamanda tahavvül ve terakkiye de açıktır; insanın mânevî âlemlere yükselmesinin önemli bir vesilesidir. Ancak onun bu olumlu misyonu eda edebilmesi, serkeş bir atın ağzına gem vurulup binit olarak kullanılması gibi, semavî disiplinlerin kontrolü altında terbiye ve tezkiye edilmesine bağlıdır. Aksi takdirde kendi haline bırakıldığında o, sürekli heva ve hevesin peşinden koşacak, hayvanî ve cismanî arzuların esiri olup fenalıkları kovalayacak ve neticede bir yerde, insanın baş aşağı uçurumdan yuvarlanıp gitmesine sebep olacaktır.
Sütten Kesilmeyen Çocuk
İmam Bûsîrî meşhur kasidesinde terbiye görmemiş nefsin halini şöyle bir teşbihle dile getirir:
وَالنَّفْسُ كَالطِّفْلِ اِنْ تُهْمِلْهُ شَبَّ عَلَى حُبِّ الرَّضَاعِ وَاِنْ تَفْطِمْهُ يَنْفَطِمِ
Nefis tıpkı süt emen bir çocuk gibidir. Şayet (vakti geldiği hâlde onu sütten kesmez de) kendi hâline bırakırsan, süt emme arzusu gittikçe kuvvetlenir. Bir kere sütten kesme iradesini gösterebilirsen, o zaman da sütten kesiliverir. Evet, nefis önemli ve ikna edici deliller kullanılarak zamanında ve mevsiminde sütten kesilecek olursa onun sınır tanımaz arzularına gem vurulmuş olur. Fakat -hafizanallah- nefis, bohemliğe açık hâlde bırakılır ve menfi duygu ve düşüncelerin tesirinde büyürse, daha sonra hiç söz dinlemez bir hâle gelir; gelir de insana sürekli kendi arzularını, kendi heveslerini, kendi kaprislerini dayatır. Bu ise hakikatle kişi arasında bir kısım mânia ve perdelerin meydana gelmesine, husuf ve küsuf yaşanmasına sebep olur. İşte bu itibarladır ki, nefsinin esiri, nefsine ait problemlerin hamallığını yapan böyle bir kişinin başkalarına örnek olması ve onları hayra yönlendirebilmesi mümkün değildir. O hâlde insana düşen vazife, öncelikle problemi kendi içinde, nefsinde çözmesidir. Bunun yolu ise, iradenin hakkını verip nefsin sınırsız arzu ve isteklerine karşı bir yerde dur deyip önüne geçmek, meşru dairedeki zevk ve lezzetlerle iktifa edip onun harama adım atmasına fırsat vermemektir. Böylece o, sürekli kötülükleri emredip duran emmare mertebesinden kurtarılıp tavır ve davranışlarını sorgulayan ve kendini levm eden levvame mertebesine yönlendirilmiş, hatta Rabbiyle münasebeti açısından vicdanı tam oturaklaşmış hâlde mutmainne ufkuna yükseltilmiş olacaktır. Ayrıca insan pek çok zararlı unsurdan Allaha sığındığı gibi, şeytanın, insan mahiyetindeki santrali olarak vazife yapan kendi nefsinden ve kendi benliğinden de sabah akşam Allaha sığınmalıdır. Yoksa nefis problem üretmekten vazgeçmeyeceği gibi, insan da sırtında nefse ait pek çok problemi taşımaktan kurtulamayacaktır.
Cihadın En Büyüğü
Esasında Allah Resûlünün (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir savaştan dönerken, Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz. (el-Beyhakî, ez-Zühd, 1/165) ifadesiyle insanın nefsiyle olan mücadelesini en büyük cihad olarak beyan buyurması meselenin ehemmiyetini göstermesi açısından dikkat çekicidir. Bu ürpertici beyanın, Müslümanlar açısından çok önemli ve kritik olan büyük bir savaşın dönüşünde söylenmesi de, nefisle mücadele etme ile düşmanla yaka paça olma arasında bize bir mukayese imkânı vermektedir.
Bir de böyle bir sözün, zaferin tam hissedilip duyulduğu bir zamanda söylenmesi çok manidardır. Çünkü bazen çok önemli bir söz söylenir, fakat insanların ruh haletleri nazar-ı itibara alınmaz. Dolayısıyla muhatapların ruh haletleri hesap edilmeden ifade edilen böyle bir söz istenen seviyede gönüllerde tesir meydana getirmez. Bu açıdan bakıldığında söz konusu mübarek beyanın böyle bir makamda söylenmesi, Müslümanları zafer sarhoşluğundan kurtarması adına çok önemlidir. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu ifadeleriyle, zaferyâb olduktan sonra fatih bir ordu olarak Medineye giren ashabının içlerine gelebilecek olumsuz düşünceleri bertaraf etmek istemiştir.
Hâsılı, tarihte ve günümüzde nice örneklerde görüldüğü üzere problemlerini nefsinde halletmeyen bir insan, maddî ve mânevî mazhariyetleri dahi çok defa kendi helaketine birer sebep hâline getirebiliyor. Esasında bir nimet insanı Allahtan uzaklaştırıyor ve onu gaflete sevk ediyorsa o, nimet değil; nimet görünümünde bir nikmettir. Evet, insanı Allahtan uzaklaştıran şey İstanbulun fethi bile olsa, bilinmesi gerekir ki, bu da Allahın insana musallat ettiği bir musibettir ve insana kazanma kuşağında en büyük hüsranı yaşatır. İşte bütün bu tehlikelerden korunmanın yolu cihad-ı ekberi yani nefisle mücahedeyi hiçbir zaman terk etmemek, nefsin hile ve tuzakları karşısında sürekli teyakkuz hâlinde bulunmaktır.