Cevap: deve cobanı ve kurt işareti
Sayın ASİAVCI çok güzel bir resim konuya baltalamak istemem fakat resmi görünce deveci dağı efsanesi aklıma geldi efsaneye ne kadarda benziyor affınıza sığınarak paylaşıyorum..
Makale : Mustafa Necati SEPETÇİOĞLU
(Edip, Muharrir, Tarihî Romancı, Yazar, Öğretmen)
Mustafa Necati SEPETÇİOĞLU
DEVECİ DAĞI EFSANESİ
(M. N. Sepetçioğlu - Türk İslâm Efsaneleri Sh. 101 - 111)
H. 973 yılının Ağustos ayında, Kayseri üstünden gelen bir kervan Samsun'a doğru giderken, Zile yakınlarında durmak zorunda kaldı. Kervanın suyu bitmişti. Vakit öğle sıcağının soluk aldırmayacak kadar göğü kavurduğu saatlerdi. Arazi dağlıktı. Görünürde tek bir ağaç altı yoktu; göz alabildiğine çıplak dağlar, göz alabildiğine taş ve toprak kuruluğu enine ve boyuna yayılıyordu. Ağustos güneşi, çıplak dağların, dağ ve taş yığınında yanıyordu. Kervan yedi deve, bir eşek, bir kara koç ve bir de kara bir çoban köpeğinden ibaretti. Aslında Kayseri'den de öte, Engürü'den yola çıkmışlardı. Bir tek adam vardı kervanda, o da saçı sakalı henüz kırlaşmış, iri kıyım bir deveciydi. Develerin suya dayanıklı olduğunu biliyordu. Eşek de zorda kalırsa susuz bir iki gün idare edebilirdi. Köpeği pek düşünmüyordu kara koçu ise yedekte saklıyordu.
Susuzluktan en çok kendi korkuyordu. Kayseri'de fazla durmamıştı, pek öyle bir alışverişi yoktu zaten orada. Bir deve yükü mal yıkmış, yerine bir yenisini yüklemişti. Yoldan kazanmak istiyordu; bunun için hemen yola çıkmıştı. Deveciyi, Engürü'den Samsun'a kadar bütün yol boyu tanırlardı. Kimseyle konuşmazdı, bir kendi halinde adamdı. Nereli olduğunu da kimse bilmezdi. Hiç bir insan evlâdına hakkı geçmemişti; kendisi de kimsede hakkını bırakmazdı. Cimriydi; cimriliği tarif edenler deveciyi misal verirlerdi.
Yola çıkarken bile yiyeceğini kıta kıt alırdı yanına, suyunu da kıta kıt alır, giyeceğini de kıta kıt alırdı. ''Tanrı müsrifleri sevmez'' derdi soranlara; başka lâf etmezdi. Kayseri'de suyunun bitmek üzere olduğunu gördüğü halde, bir yarım saat da su almak uğrunda oyalanmamak, zamanını israf etmemek için durmamıştı. Kızıl ırmağa güveniyordu. Kızılırmak, Orta Anadolu'dan tembel ve yorgun, fakat umut akardı. Yıllar yılı bir insan oğlunun kendisine uzanması; kupkuru toprakları birden zenginleştirecek gücünden yararlanması için sağa sola kıvrıla büküle, bazen insan denilen yaratığın körlüğünden ve vurdum duymazlığından öfkelenip kudurmuş akardı. Bir karış yanında ottan başka bir şey vermeyen çatlak toprakları o halde bırakan insanlara geceleri lânet eden uğultusunu duyanlar bile olurdu.
Kayseri - Samsun Deve Yolunun
Pazar İlçesi Güzergâhında Mahperi Hatun Kervansarayı
Fotoğraf : Orhan YILMAZ - 01.10.2003
Deveci işte bu Kızılırmağa güveniyordu. Sivas üzerinden Yıldızeli'ne varıncaya kadar Kızılırmağın bir iki kere yanından dolaşacak, üç kere üstünden geçecekti. Birinden birinde, Kızılırmak'tan su alabilirdi. Fakat evdeki hesap çarşıya uymamıştı. Kızılırmak Temmuz sonunun güneşinde çamur akıyordu... Sanki suyu uçmuştu da geriye akan bir bulamaç artığı bırakmıştı. Develer içmedi bu sudan, eşek içmedi; kara koç başını dönüp çevirmedi ya it bile içmedi, şöyle bir yalayıp bıraktı bir karış uzamış diliyle. Çamuru bir yana belki de tuzdu akan; güvenip deveci de içmedi. Kızılırmak Ağustos 15'ine kadar hep böyle akardı gayri, Ağustos güze dönerken sulanırdı 'Ağustos onbeşe kadar Samsun'a ulaşmalıyım diye düşündü' deveci. Kızılırmağın son geçidini de aşıyordu. Bir karış çamurdu geçtikleri yer; balçıktı........o kadar ''Gayri Çekerek Suyu'na kaldı bir umut diye içini çekti. Çekerek Suyu da tatlıdır hem.'' Çekerek Suyu ZİLE DAĞLARI'nın az bu yanında bir çaydı; üstünden geçecekti.
Dereboğazı'nın Kuzey'de Yünlü Köyü Sırtlarından Görünüşü
Fotoğraf : Prof. Dr. Ali ÖZÇAĞLAR 1981 - 1982
Deveci böyle düşünürken, kırbaşındaki son yudumu da içiyordu; içtiği su kurumuş bir deri kokuyordu; sanki kırba buharlaşmış, dışını güne içini suya eritmişti, ekşiydi. Eşeğin başını semere iyice kadadı, yola saldı. Eşek önde kara koç ve köpek onun ardında, develer birbiri ardınca onların peşinde uykulu bir Temmuz sonu güneşinde yolu adımlarken Deveci, Kızılırmağın, yolu üstünki son geçidinin balçığında alelacele bir abdest aldı. Yol bundan sonra iki gün dağ sırtlarından dolaşıyordu ve en yakın konak iki gün uzaktaydı. Abdest almak için böyle bir balçık da bulamayabilirdi. Eline, yüzüne ve kollarına balçık bulaştı.
Pek az uzaklaşan kervana koşarak yetiştiğinde, eline yüzüne ve kollarına sıvanan balçık çoktan kurumuş, çoktan çatlamıştı. Vaktini ziyan etmemek, yoldan geri kalmamak için namazını eşeğin üzerinde, eşek yola devam ederken kıldı. Bir yandan da "yolcuyum" diye kendi kendini kandırıyordu; "seferiyim; yolculukta olur böyle şeyler; varacağım yere varınca arı duru sudan abdest alır, geçmiş namazlarımı yeni baştan kılarım. Şimdilik borçtan kurtulalım hele. Dağlar, yeşili karamış ağaçlarını, gök yüzündeki tek damla suyu emmek istercesine itiyor; Temmuz sonu güneşi, ağaçları dağları kıvrandırmak istiyormuş gibi çöküyordu. Develer, kuruyacak gibiydi. Eşeğin kulakları, suyu çekilmiş yapraklar misali iki yana düşmüştü. Kara köpeğin kıpkızıl dili ipince pelteleşmiş, ipince sarkmıştı. Kara koç ağzını açamıyordu. Devecinin gözlerindeki yaş bile kurumuştu. Menzile vardıklarında Temmuz da bitmiş Ağustos başlamıştı. Gök yüzünde mavilik dahi damar damar korlaşmıştı. Bulutsuz ve yelsiz bir mavilik alev dilleri halinde toprağa yapışıyordu.
Mahperi Hatun Kervansarayı - Pazar
Fotoğraf : Orhan YILMAZ - 01.10.2003
Menzil kapalıydı; hancı koca bir kilit vurmuştu,kapıya. Duvarlardan çatıya, çatıdan kale mazgallarını andıran ışık deliklerine kadar susuzluk elle tutulur halde bir kaçış ve terk ediliş korkusunu ve yalnızlığını duyuyordu. Bu mevsimde, bu mevsimin bu aylarında hiç bir yolcu geçmezdi zaten; hiç bir kervan geçmez, aklı başında bir kişi yola çıkmazdı. Gitmek zorunda kalan kervanlar ise yanlarına yedek develer alır, yedek develerine yedek su tulumları yedek ot, saman yüklerlerdi. "Keşke"diye düşündü deveci; Kayseri'den şu son devenin yükünü yıktığımda, yeni yük almasaydım. Bir tulum su, bir balya ot yükleseydim yerine.
Doğrusu da bu idi ama para kazanmak hırsı devecinin gözlerini karartmıştı. Nitekim : "hiçbirimiz ölmeyiz on günde" diye söylendi ardında. Su ile ot bir deveyi bedava çekmektense para getirecek mal taşımak daha iyi.........
Böyle dedi ve hemen menzilden ayrıldı. Üç gün sonra Çekerek'e ulaşacaklardı. Develer nasıl olsa üç gün değil otuzgün dayanırlardı, daha eşek de giderdi iyi kötü. Kara köpeği dünden beri unutmuştu zaten. Kara koça gelince "olmazsa bırakırım zıkkımı" diye söylendi. Ters ters baktı kara koça, susuzluğun bütün öfkesiyle baktı. Kan kırmızısı gözlerinde küfür dolaşıyordu. Kara koçun gözlerinde ise ıslaklığı kurumuş bir teslimiyet vardı. Bu durumda yürüdüler deveci namazı niyazı da bırakmıştı artık... Namaz vakitleri, dalgın ve susuz uykularda geçiriyordu. Yol üstündeki gözeler, kuyular, çeşmeler çoktan kayıplara karışmıştı, gözelerin su evleri kaskatı yarılmıştı. Kuyulardan cansız kurbağa seslerine karışmış pis kokular yükseliyordu ve çeşmelerin taşlarında kurumuş su izleri, yalaklarında topraklaşmış yosun kuruları görülüyordu.
Küçüközlü Kervansarayı'nın Bir Zamanlar Yer Aldığı (Fotoğrafın
Ortasındaki) Koyu Kahverengi Tarla ve Sağ Arkada İn-Önü Mağarası.
Kervansarayın Temel Taşları Köy Evlerinin İnşasında Kullanılmıştır.
Fotoğraf : Orhan YILMAZ - 02.01.2004
Üç gün sonra Çekerek Suyu, Ağustos güneşinin altında ve uzakta kararmış bir güneş donukluğunda göründü. Kara köpek tepeden aşağıya son gücünün umutsuz çırpınışlarıyla fırladı. Koşmuyor, aşağıya doğru yuvarlanıyordu sanki; öteki hayvanlar da enikonu canlanmışa benziyorlardı, yorgun adımlarında belli belirsiz ve sabırsız bir acelecilik vardı. Devecinin kuru kan kırmızısı gözlerine ise yarı korkak yarı umutlu yarı sevinmiş bir tebessüm doluyordu. Çok sürmedi, çaya - Çekerek Suyu'nun yatağına indikleri zaman kara köpeği kupkuru bir dere yatağından kumlarını eşer buldular. Kumların eşilen derinliğinde varlığıyla yokluğu belli bile olmayan sıcak bir nem olmak ihtimali bir iç güdü halinde kara köpeğin tırnaklarını kızdırıyor ve kara köpek kumları yalıyordu. Çekerek Suyu da bütünlüğüyle kurumuştu. En az on beş gün önce kurumuştu hem de iri çakıllar da un ufak kumlar da Ağustos güneşi bir tabanından beter yanıyordu. Son umut, Deveci'nin balçık katılığında yoğrulan beynine bir temel çivisi derinliğinde çakılıp kaldı. Değil hayvanları bir adım yürütmek, kendisin de soluk alacak hal kalmamıştı. Henüz kırlaşmış saçı ve sakalı, tozdan ve güneşten değil eğer, susuzluktan ve umutsuzluktan ağarıverdi. Merhametsiz bir Kerbelâ dünyası büyüdü gözlerinde, kalmak ölüm demekti; gitmek sonu bilinmeyen bir karanlık...
Şu dağların arkası Zile Ovası'ydı. Zile Ovası'nda bir geniş bulut bir parça gölge su bulunabilirdi. Zile Ovası'nda dinlenilebilirdi, iki deve yükünü Zile'ye bırakmam gerek diye geçirdi içinden. Zile'den yük almam artık diye düşündü, devenin birine ot, birine su yüklerim... Bu düşünce biraz ferahlık verdi içine. Eşeğe binmedi; yedeğine aldı. Haydi yoldaşlarım dedi. Sesi boğuktu. Susuzluktan çatlamış topraklar gibiydi tıpkı; takır takırdı. "haydi can yoldaşlarım şu dağı aşarsak.....?" Cümlesini tamamlamaktan kendisi bile korktu. Şu dağı aşınca da su bulunmazsa ya "bulurum, bulurum" diye salladı başını; "Bulurum, Zile Ovası'nda bir bulunmayan tembelliktir... Para kıyarım artık. Sanki kesesindeki paraları açıp saçmıştı dağa taşa, içi cız etti, boşuna sarfedilmiş paraların sızısı yüreğine oturdu.
Dereboğazı İçerisinden Bir Görünüş
Fotoğraf : Prof. Dr. Ali ÖZÇAĞLAR 1981 - 1982
Dağın Çekerek Suyu'na bakan yamacına tırmandılar. Yürümüyor sürünüyorlardı. Bir ölüler kervanı da böyle yürürdü yürüyebilseydi ancak... Dağın yarı belinde durmak zorunda kaldılar, develer kendiliğinden ıhlamışlardı, oldukları yerde; eşek dört ayağının üstüne çökmüştü. Kara köpek boylu boyunca uzanmış, kara koç yan yatmıştı. Hayvanlar böylesine oldukları yerde halsiz kalmamış olsalardı bile deveci yürüyemeyeceğini anlamıştı. Adımları çoktan kendi başına buyruk olmuştu; adımlarında deveci değil çoktan bir başkası yürüyordu. Çaresiz hayvanlarına uydu deveci de uyuşup kaldı. Gökyüzü yoktu; yeryüzü de yoktu. Dağ yeşili uçup gitmiş, ağaçlar yoktu, hayvanlar yoktu. Deveci, bir yokluk ülkesinde yok olmak üzereydi.
İşte o zaman ALLAH aklına geldi; namazı niyazı unutuşu geldi.. duaları bile unutmuştu, her şey bir susuzluğun içinde eriyip gitmişti; ter olmuştu belki, yokluk olmuştu. Kalktı; ta Kızılırmak'ta aldığı abdestin izleri, Kızılırmak'ın sıvanmış balçıklarıyla kollarındaydı. Toprakta teyemmüm etti. Namaza durdu.
TGRT KEŞİF Programı Zile Çekimleri - Sunucu Yeliz PULAT - 11.09.2001
Günlerdir ilk defa içinde huzur vardı; başlangıçta sıkıntılı olmuştu, yavaş yavaş gelmişti... İlk dört rekattan sonra iyice yerleşmişti. Bol suda yeşermiş ağaçların huzuru namaz boyunca devam etti, devecide dünya baştan yeni yaratılıyordu. Namazı uzattıkça uzattı Deveci. Bir yağmur bulutu gibi ansızın gelen Hızır'ın, namazdan sonra hemen ve ansızın gelen huzurun, namazdan sonra hemen ve ansızın gitmesinden korktuğu için namazını bitirmedi hemen. Namaz sona erdiği zaman alevli Ağustos güneşi de batıyordu. Akşam esmerliği kavlamış derilerin ince yelinde bir serinlikte sessizce indi dağa uzak çok uzak sesler; uzaklardaki bir düş gecesinin kadifeliğinde canlandı.
Deveci dua ediyordu. Dualar, akşam esmerliğinden de yumuşak; şu yeni doğan serinlikten de ince gülen bir çocuk gözünün saflığıyla dağılıyordu dağa, dağdan gökyüzüne akıyordu. Elleri titriyordu devecinin. "Tanrım" diyordu; beni bırak ben bir isyancı kulum sana cezam hiç bir şeyle ölçülemez ama şu ağızsız dilsiz hayvanların günahı ne? Ben isyancı kulunun tamahkârlığının günahını bunlara çektirme, biraz su yarım saatlik doyurucu bir yağmur yeter, ben kurban olayım sana, kara koç kurban olsun. Dua bir tekerleme halini almıştı devecinin dilinde âdeta deveci bütün kelimeleri unutmuştu da sanki durmadan; "biraz su kara koç kurban olsun sana biraz su.." Elleri tir tir titriyordu. Karanlık iyice sarmıştı dört bir yanı gece kuşlarının hışırtısı uzak yakın yıldız ışıklarına, uzak yakın yıldız ışıklar ateş böceklerine karışıyordu. Deveci duasını bitirmek üzereydi. Dağlar taşlar ve ağaçlarla bulutlar dile gelmiş de konuşuyormuş gibi bir daracık kubbede gibi bir gürültü koptu. Deveci dağın bir yerinden yarıldığını, bir büyük boşluğa yıkıldığını sandı.
Zile'nin Doğusu'ndan Geçen Dereboğazı Deresi'nin Haziran Ayı'ndaki Durumu
Fotoğraf : Prof. Dr. Ali ÖZÇAĞLAR 1981 - 1982
Korktu... Gürültü bittiğinde çok yakınlarda bir yerden, bir ulu su çağlıyordu. Çağıltı o kadar yakında ki, suyun serinliği o kadar yakındaydı.! Omzunun bir yanından korka korka başını geriye çevirdi. Hemen gerisinde, beli kalınlığında bir deli suyun çağıl çağıl çağıldadığını ve o çağıltı içinde aşağıya doğru akıp gittiğini gördü, bayılıverdi. Ayıldığında gün doğuyordu. Gün, çağıldayan suya, bir gecede yeşillenen ağaçlara ve otlara doğuyordu. Hayvanlar dipdiriydi. Otlar gibi, ağaçlar gibi, şu akan su gibi dipdiriydi. Bir gecede karanlığın aydınlığa geçişi gibiydiler. Kara köpek yeşil otların üstünde, gün ışıklarına karşı oynaşıyordu. Kara koç otluyor, develer geviş getiriyordu, eşek her zamanki düşüncesindeydi ve su berraklığını taşlarda haykırıyor bir gecede değiştirdiği çevreyi dinliyordu. Deveci, bu inanılmaz düşe, inanmaz gözlerle baktı, bir süre sonra ağır ağır geldi. Suyun içine bırakıverdi kendini. Su buz gibiydi. Gördüklerinin düş değil gerçek olduğunu o zaman anladı. Suyun soğukluğuyla bedeninin soğukluğu bir oluncaya kadar çıkmadı sudan; uyandığı ana kadar olan sıkıntılı günleri unutmuştu.
Susuzluk, çok gerilerde kalmıştı; dönüp bakılmayacak kadar gerilerde. Elbiselerini kuruttu, kırbasını doldurdu, sudan bir daha bir daha içti yola çıktı. Yol ve dağ bir gün önceki gibi ısırıcı, yıpratıcı, öldürücü değildi. Tepeye geldiği zaman öğle olmuştu. Ağustos güneşi öğle vaktini kızdırıyordu. Aşağıda yanan ve parıldayan ince bir teneke perdenin altında ZİLE OVASI tütüyordu. ZİLE ŞEHRİ daha yukarısında DEREBOĞAZI ÇAYI'nın pır pır yanan suyu, üst başındaki dağa kıvrıla kıvrıla dolana çıkan ip gibi kervan yolu.
Dere Boğazı
Zile - Amasya Yolu
O dağın ardında da Yeşilırmak vardı. Bundan sonraki günler kolaylaşıyordu. İleri geriden daha güzeldi; "şükür Tanrım"dedi. Demesiyle titremesi bir oldu. Dün susuzluktan cayır cayır yanarken, o yanış içinde Tanrıya yalvarırken kara koçu kurban adamıştı. Şimdi unutmuştu. Dün kara koç kervanda fazlaydı. Bugün kara koç, şu diri, güçlü, etli ve yağlı karakoç kervanın can damarıydı. Kara koçta kervanı sürükleyen bir güç vardı, kara koç olmazsa?....
"Canım bir kan akıtmak değil mi maksat?" diye düşündü deveci; kurban demek kan akıtmak demek değil mi? Ha kara koç olmuş, ha kara köpek, ikisi de kara zaten. Belki de dün, kara koçu değil de kara köpeği kurban adamıştı. Kara köpek diyeceği yerde susuzluktan, yorgunluktan, aptallığından ille dili kaymış da kara koç deyivermişti. Öyle olacak diye mırıldandı, ben dün can acısından ne yaptığımı bile bilmiyordum. Kara koç çıktı ağzımdan kara köpek olacaktı.
Devecinin damarlarında cimrilik sulanmış, kan olup akıyordu. İndi eşekten; köpeği yanına çağırdı, tutup yatırdı, üç ayağını bağladı bıçağını çıkardı. Develer sıra sıra idi; ikisi ayakta idi diğerleri ıhlamıştı. Eşek olacakları görmek istemiyormuş gibi arkası dönüktü bir ağaca boynunu sürtüyordu... Kara koç eşeğin yanındaydı...Develer yakın yatmıştı.
Deveci:Bismillah!... dedi. Dedi ve bıçağı köpeğin gırtlağına dayadı. Kara köpek bir kere havladı sadece canı yanan her köpek gibi havladı. Duyulan tek ses buydu. Bundan sonrası bir taş sessizliğinde sustu.
Bu dağ Zile'nin Güney'inde uzanır. Şimdi bir sıradağdır. Adına Deveci Dağı derler, üstünde bir deve kervanı taş olup kalmıştır. Taş bir eşek boynunu bir ağaca sürtmektedir; taş bir kara koyun eşekle develerin arasında develere yakın durur. Beri yanda bir deveci ve ayaklarının dibinde yatan bir kara köpek...
Dağın Çekerek Suyu'na bakan yamacında yarı belinde, insan bedeni kalınlığında buz gibi bir su çağlar. Ben bu sudan içtim. Taş develeri uzaktan gösterdiler. Anlatan böyle anlattı.