Cevap: yorumsuz 2 nci bölüm
Petroglif, esas itibarıyla taş üzerine yapılan oyma anlamına gelmektedir. Bu kelimeyi karşılamak için Türkiye Türkçesinde kaya üstü tasvirler, kaya üzerine levhalar, kaya resimleri, taş oymaları... gibi kavram işaretleri de kullanılmaktadır. Oyma, dövme, kazıma ve boyama teknikleriyle taşlara, kayalara ve mağaralara işlenen petroglifler, bulundukları yerleri âdeta müzeye çevirmekte ve konunun uzmanlarınca ait oldukları devrin ifade vasıtası, iletişim aracı, hatta yazısı olarak nitelendirilmektedir.
Asyadan Avrupaya birçok kıtada bugün farklı dönemlerde farklı Türk boyları tarafından vücuda getirilmiş petroglifler bulunmaktadır. Büyük bölümü yazının bulunuşundan önceki dönemlere (Mezolitik ve Neolitik dönemlere) ait olan bu eserler, tıpkı yazıtlar, dikili ve damgalı taşlar, kurganlar, anıt mezarlar, heykeller, balballar, süs ve kullanım eşyaları... gibi eski Türk kültür ve medeniyetinin en değerli maddî varlıkları içinde yer alır. Zira bu eserler, Türk yaşayış ve inanışı hakkında derin izler taşımakta; Türk kültür ve medeniyetinin özellikle Saka, Hun, Avar, Kırgız, Köktürk ve Uygur dönemlerine ait birçok bilinmezinin aydınlatılmasına ışık tutmaktadır. Türklere ait petroglifler,genelde insanın doğayla, evrenle ve Tanrıyla ilişkisini ana çizgilerle (grafiksel ögelerle) ifade eder. İnsanın Tanrıyla ve kutsal sayılan varlıklarla ilişkisi grafiksel ögelerle (tasvirlerle) ifade edilirken, büyük ölçüde, Türk boylarınca olağanüstü (mitolojik) özelliklere sahip olduğuna inanılan evrendeki varlıkların (güneşin, ayın) ve hayvanların (geyiklerin, dağ keçilerinin / tekelerin, kurtların, atların, kartalların, yılanların) tasvirlerinden yararlanılmıştır.İnsanın Tanrıya yakarışını ve bağlılığını bildiren tasvirlerde genelde şamanların, kamların (sonraki dönemlerde Budist ve Maniheist rahiplerin), kağanların veya kumandanların (buyrukların, sübaşılarının, süvarilerin) ön plânda yer aldıkları dikkati çeker. Dinî ve ritüel içerikli petroglifLerin yanında günlük hayatı, av ve savaş sahnelerini, sıradan olayları konu alan petroglifler de oldukça fazladır. Söz konusu petrogliflerin her iki türü de birçok yönüyle Türk resim ve minyatür sanatına da esas teşkil etmiştir. Dağlar, tarihin her döneminde Türk boylarının kutsal sayıp hem dinî duygularını ifade ettikleri hem Tanrı'ya yakardıkları, hem de ölülerini yaktıkları mekânlar olmuştur. Bu yüzden de Türk boylarına ait dinî ve ritüel nitelikli petrogliflerin ilk örneklerine genelde (bugün Doğu Türkistan, Moğolistan, Tuva, Altay, Hakasya, Kırgızistan, Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan... cumhuriyetleri sınırları içindeki) dağlarda (Altay, Deel, Sayan, Pamir, Tanrı dağlarında...), yüksek tepelerde rastlanmaktadır. Eski Türk devletlerinin ve imparatorluklarının sahip oldukları topraklar genişledikçe ve diğer milletlerle sosyokültürel ilişkileri arttıkça petrogliflerin vücuda getirildikleri alanlar hem dağlarla, tepelerle sınırlı kalmaz hem de Avrupanın içlerine kadar uzanır. Nitekim Azerbaycanda, Türkiyede (özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde), Afganistanda, İranda, Irakta, Suriyede, Ukraynada, Bulgaristanda, Yunanistanda, Macaristanda, Fransada... bulunan petroglifler de bunu açıkça göstermektedir.
Farklı Türk boylarına ait petrogliflerin binlerce kilometre mesafedeki bölgelere taşınmasında / görülmesinde Türk akınlarının, egemenleğinin yanı sıra İpek Yolunun ve göçlerin de rolü büyüktür. Aralarında binlerce kilometre mesafe bulunan ve birbirlerinden tamamen farklı coğrafî özellikler arz eden bölgelerde vücuda getirilmiş olsalar da petrogliflerin hem yapım teknikleri, üslûp özellikleri ve ifade ettikleri anlamlar, hem bunların içinde zaman zaman rastlanan damgalar ve yazıtlar hem de bölgedeki arkeolojik bulgu ve belgeler bu eserlerin aynı duygu ve düşüncenin ürünü olduklarını açıkça ortaya koymaktadır.
Türk boylarına ait Asya ve Avrupadaki petrogliflerin bir kısmı üzerinde Türk, Moğol, Rus, Alman, İngiliz, Amerikalı, Belçikalı ve Koreli... bilim adamları tarafından araştırma ve incelemeler yapılmış; kitaplar yayımlanmıştır.
.Ancak yapılan çalışmaların pek çoğunda kaya üstü tasvirlerin Türk Milleti'ne ait olduğu gerçeği sürekli göz ardı edilmiş; bunların tarihlendirilmeleri, sınıflandırılmaları ve anlamlandırılmaları da ayrıntılı bir şekilde yapılıp incelenmemiştir. Türklerin yaşayış ve inanışları, dünya görüşleri, sanat ve estetik anlayışları ile ilgili önemli bilgileri / mesajları binlerce yıl sonrasına taşıyan petroglifler, yalnız Türk boylarının kültür ve medeniyetleri hakkında değil; bulundukları bölgelerin tarihî coğrafî özellikleri, bu bölgelerde daha önce yaşayan canlılar ve doğal hayat hakkında da değerli bilgiler sunmaktadır. Ancak petroglifler bütün bu önemlerine (Türk tarihinin, kültürünün ve medeniyetinin binlerce yıllık geçmişe, gelişmişliğe ve köklülüğe sahip olduğuna tanıklık etmelerine) rağmen, hem yeterince araştırılıp incelenmemiş; hem de gerekli şekilde korunmamışlardır. İnsanlık tarihi bakımın dan da herbiri hazine niteliği taşıyan petrogliflerin bulundukları bölgelerde uluslararası anlaşmalarla koruma altına alınmaları; ilgili bilim adamlarının (paleografların, antropologların, etnografların, halkbilimcilerin...) işbirliğiyle araştırılıp incelenmeleri ivedilikle sağlanmalıdır.
Halaç Türklerinin kültürü, Marquart'ın tâbiri ile "esrar tabakalarına bürünmüş Oğuz tarihine" ışık tutar.Çünkü Kasgarî'den (Kaşgarlı Mahmut) öğrendiğimize göre Halaç veya Türkmen ile Oğuz birbirine çok yakındır.
"Halaç Ordu" yazılı parada inciler veya sikkelerden oluşan bir çerçevede, hükümdar başı tasvir edilmiştir. Hükümdarın saçları Batı Türk Kağanı gibi T'ung Yabgu gibi, uzundur. Elmacık kemikleri çıkık gözleri badem şeklindedir.Kaşları çatıktır.Eski Türkler gibi bıyıklı gözükmektedir. Bu yüz 40- 50 yaşlarında sert ve kararlı ifadeli bir adamı tasvir eder.
Penci-Kent'te (Panjakent, Tacikistan) bulunan erken resimlerde bulunan, kol kavuşturmak, Türk kuşağı, Orta Asya kadın elbiseleri, Türk kültürünün bir tezahürüdür.
Karadeniz'in kuzeyindeki bozkırlarda yaşayan Kuman-Kıpçaklar ile bu coğrafyada hakimiyet mücadelesine girişen ve kuvvetli bir devlet olma yolunda ilerleyen Ruslar yaklaşık iki buçuk asır süren bir komşuluk münasebeti içerisinde bulunmuşlardır. Özellikle Ruslar 1054 tarihinden itibaren güney bozkırlarını tamamen Kumanlar' a terk etmek zorunda kalmışlardır. Ruslar kendileri için en amansız düşman olarak gördükleri Kumanları bir yandan küstürmemek için dostluklarını kazanmaya çalışmışlar, diğer yandan da bu güçlü kavme karşı ellerindeki bütün imkanları seferber etmişlerdir. Küstürmeme sebepleri ise aralarındaki iç çekişmelerde daima onların yardımına müracaat etmiş olmalarıdır. 1054'den 1250'kadar süren bu dönemde Kumanlar birkaç savaş istisna genelde Rusları yenmişlerdir. Kumanların aleyhlerine ilerlemeleri ve topraklarını almaları Rusları onlara karşı bazı tedbirler almaya sevk etmiştir.Bu tedbirlerin başında da Rus knyazlarının birleşerek hareket etmeleridir. Rusların birleşerek yenmiş oldukları savaşlardan biri de 1184'de yapılan savaştır. Ancak bu savaşa isteyerek katılmayan Novgorod-Seversk Knyazı İgor Svyatoslaviç kazanılan bu başarıyı kıskanarak, böyle bir zaferi kendisi de 1185 tarihinde yaşamak istemiştir. Ancak Kumanlar 1184'de hazırlıksız yakalandıkları Ruslara bu sefer fırsat vermemişler, İgor'u ve Rusları darmadağan etmişlerdir. İşte İgor destanı bu seferi konu alır ve milli Rus edebiyatının ilk örneği olarak kabul edilir. Destanın orijinalliği konusunda Rusya'da oldukça ilmi tartışmalar yaşanmıştır ancak ilim adamları hadiseye hep Ruslar açısından bakmışlar ve öyle de değerlendirmişlerdir. Ancak destanın Kumanlar için de iki büyük bir önemi vardır. Birincisi Kumanların Ruslar üzerindeki etkisini açıkça göstermesi, ikincisi de böyle bir destanla Kuman adının ve gücünün asırlara taşınması yani Kuman gücünün ebedileştirmesidir.
İskit Türklerinde Yazı
Çok geniş bir coğrafyaya yayılan İskitler Ön Asyaya da giderek orada belirli bir süre kalmışlardır. Gerek Herodotosun bahsettiği gerekse Sus ve çevresinde bulunmuş olan çivi yazılı metinlere dayanarak Andreas David Mordtmannın ileri sürdüğüne göre, onlar bugünkü İran ve hatta Anadolu içlerine kadar olan yerlerde nüfuzlarını hissettirmişlerdir. MÖ VII. yüzyılın başlarında Asur İmparatorluğu sınırına kadar ulaşan İskitlerin 290 MÖ IV. yüzyılın başlarında hâlâ Anadolunun doğu kesiminde bir güç olarak bulunmaları291 onların çivi yazısı kültür sahasında ne kadar uzun bir süre kaldığını göstermek bakımından büyük önem taşır.
Bilim âleminde çivi yazısı olarak kabul edilen ve MÖ 3100 yıllarında Sumerliler tarafından icat edilmiş olan yazı etkisini miladi yıllara kadar sürdürmüştür.292 Bu yazı Mezopotamya sınırlarını aşarak Anadolu, İran ve Yunanistana kadar yayılmıştır. İskitler Ön Asyaya doğru yöneldiklerinde bu yazı Asurlular, Persler ve Urartulular tarafından kullanılmaktaydı. Yani İskitler çivi yazısı kültür sahasına girmişler ve bu sahanın odak noktasında uzun sayılabilecek bir süre kalmışlardır.
İskitlerin çivi yazısı kültür sahası içerisinde epeyce bir süre kalmaları bu yazıya yabancı kalmadıklarını göstermektedir. Susta bulunan yazıların, hakiki manada Türk olan Sakalara ait olduğu Mordtmann tarafından belirtilmektedir. Ayrıca, bu yazıların dilini Türk-Ugor diliyle bağlantılı görmekte ve bunu Sakaca olarak adlandırmaktadır.293 Bu metinler bize onların çivi yazısını öğrendiklerini ve bu kültür sahası içerisinde kullandıklarını göstermektedir.
Kazakistanda Alma-Ata yakınında Esik Kurganında bulunan runik yazı da büyük önem taşımaktadır. Bu yazı hakkında değişik görüşler beyan edilmiştir. Bazıları bu yazının ilgili küçük çanağın üzerine sonradan yazıldığını ileri sürmüştür.294 Bu görüşü savunanların karşısında Türkologlar, bu yazının Orhun-Yenisey tipinde olup Eski Türkçe olduğunu, Altay dilleri grubuna dâhil bulunduğunu ve runik bir alfabe ile yazılmış olduğunu ileri sürmektedir.295
Esik Kurganından çıkarılan horizontal yazı yirmi altı harften oluşmakta ve Orhon-Yenisey yazılarını hatırlatmaktadır.296 Bu yazı önce de üzerinde durduğumuz üzere, Süleymanov tarafından Hanın oğlu yirmi-üç yaşında yok oldu (Halkın?) adı sanı da yok oldu şeklinde gönümüz Türkçesine aktarılmıştır.(
)297 Yine ona göre burada kullanılan yirmi altı harf Göktürk metinlerinde kullanılan harflerin ilkel şekilleri olup kullanılan kelimeler de yine Göktürkçede geçen kelimelerin eski şekilleridir.298
Pavlador bölgesinde Bobrovoye köyü yakınlarında yapılan arkeolojik kazılar sonucunda bir kurganda Saka dönemine, MÖ V-IV. yüzyıllara tarihlendirilen runik yazı ele geçirilmiştir. Bir altın gem kayışı üzerinde tutturulmuş kemik nazarlık bir karaca şeklinde oyulmuş ve bunda sağdan sola beyaz maral yazısı okunabilmiştir. Nazarlık üzerindeki runik yazının Türkçe konuşan Sakaların yazı sistemi olduğu belirlenebilmiştir. Bu yazı, runik yazının Güney Sibirya ve Kazakistandaki atlı kavimler arasında, ancak çok geç çıktığı yolundaki önce ortaya atılan görüşün belirgin bir biçimde yanlışlığını ortaya koymuştur.299 İskitler çivi yazısı kültür sahasına ulaşıp İrandan Anadolu içlerine kadar nüfuz ettikleri ve burada bir müddet hâkimiyet kurdukları zaman zarfında çivi yazısını öğrenmişlerdir. Bunu açık bir şekilde Susta bulunmuş olan çivi yazılı metinler göstermektedir. Buradan ele geçirilen metinlerin dilinin de Türkçe ile bağlantılı olması ve Sakalara ait olduğunun belirlenmesi, onların çivi yazısını öğrendikleri ve kullandıklarını göstermektedir. Esik Kurganından bulunan küçük bir çanağa yazılmış olan yazının da runik yazı olduğu ve daha sonraki Göktürk yazısının öncüsü olduğu kabul edilmektedir. Esik Kurganında bulunmuş olan bu yazının karakteri, kullanılan harfler ve şekilleri, Orhun-Yenisey yazısının karakteri, harfleri ve şekilleriyle karşılaştırılmış ve onların aynı olduğu belirlenerek Esik Kurganında bulunan yazının Orhun-Yenisey yazısının prototipi olduğu kabul edilmiştir.
KUMAN KİTABINDA TÜRKLER
Pompeji Trogi'nin epimatoru Justinus, İskitlerin özellikle Mısırlılardan daha eski olduğunu şu şekilde belirtti: Her ne kadar İskitler ve Mısırlılar arasında soyun eskiliği konusunda çok uzun bir çekişme olmuşsa da İskitlerin soyu en eski olmuştur. Mısırlılar üstün olmalarına rağmen, İskitlerin her zaman daha eski olduğu görüldü. Artık belgelerin bolluğu İskitlerin kolektif adının farklı Türk soylarını içerdiğini açıkça gösteriyor. Eski yazarlar Massagetler, Alanlar, Sakalar ve Partlara, İskitler diyorlardı. Son zamanlarda Grek yazarları onların açıkça Türk olduğunu söylüyor. Theophanus Byzantinus, Perslerin kendi dillerinde Kermichionlar dedikleri Massagetlerin Türkler olduğunu açıkça beyan etmiştir. Ammianus Marcellinus, Alanların Massagetlerden türemiş olduğunu açıkça şöyle ifade etti: Alanlar dağların adından bu adı almışlardır. Strabon'un Massagetlere benzer zikrettiği Sakalar, bir zamanlar Oxus ve Jaxartes arasındaki bu bölgelerde ikamet ediyorlardı. Bütün zaman boyunca Türk insanlarının ele geçirmiş oldukları bu bölgeleri tutmuş oldukları biliniyor. Gallia'nın önde gelen öğreticisi Guiardus de Lauduno, XIII. yüzyılın başında Partların bu zamanın Türkleriyle, halklarının karakterleri nedeniyle en iyi şekilde bir araya geldiğini "Çünkü kökleri Türk olanlar, eski adı dolayısıyla Partlar'dır." diyerek belirtti. Burada Part krallarının kolektif adının Arsak (Romalılar arasında Arsac-es) ve Massagetlerin etnik adında (Mas-sag) Saca-rum'un (Saklar) eski adının (Grekler arasında Sakai) kuşkuya yer bırakmamış olduğunu gözlemliyorum. Sak, Saka oriental Türk sözünün sağ, akıllı, yetenekli, ileri görüşlü anlamına gelen kelimelerle aynı olduğu görülür.
Genellikle Attila isminin Volga nehrinin bir diğer adı olan İtil-Etilden geldiği düşünülmüştür. Ayrıca Göktürk Türkçesindeki Attay= "şöhretli İmparator" ile de bağlantı kurulmuştur. F. Altheim, Attila kelimesinin aslının Ata-la olduğunu ve "benim atam, atacık" manalarına geldiğini söylemiştir. Bunların yanında Gy. Németh ayrı bir bakış açısı getirerek Attilanın olgunluk çağı ismi olduğunu, gençliğinde ise başka bir ad taşımış olabileceğini ifade etmiştir ki, bu eski Türk ad verme geleneğine de uygundur. Attila, şahıs isminin ötesinde belki de Hun hükümdarının unvanıdır. En son olarak O. Pritsak ise ismin Türkçe olduğunu ve Es-til-ä ~ As-til-ä ~ At-til-a = Attila şekliyle "Büyük deniz, okyanus" veya "her şeye gücü yeten hükümdar" manalarına
geldiğini söylemiştir.
Allahın kamçısı (Flagellum Dei) ve günaha batan hristiyanları cezalandırmak gayesi ile Allahın göndermiş olduğuna inanılan Attilanın fiziksek özelliklerine, şahsiyetine dair Jordanes ve Priskosda şu bilgiler verilmiştir: "Kavimlerin sarsılması, bütün dünyanın korkması için doğmuş bir adam; hakkında yayılan korkunç haberler nedeniyle herkesin kendisinden korktuğu kişi idi. Kibirle iki kat yürür, gözleri ışık saçar, gururlu gücünü vücudunun hareketleriyle de hissettirirdi. Savaşı herşeyden çok sevmesine rağmen düşünerek hareket eder, bir çok şeyi aklıyla başarırdı. Kendisinden aman dileyenlere merhamet gösterir ve kendine sadık olanlara karşı çok
lütuf gösterirdi. Kısa boylu, geniş omuzlu idi. Seyrek sakalı beyazlamıştı. Akıllı ve kurnazdı. Tehdit ettiği yerin dışında başka bir yerden saldırırdı "...bize ve diğer barbarlara çok tatlı ve leziz yemekler getirildi. Diğer İskitlere ve bize gümüş tabaklarda, Attila'ya ise tahta tabakta et getirmişlerdi. Her cihette mutedil ve kanaatkâr idi. Misafirlere altın ve gümüş kadehler verdiği halde onun kadehi tahtadan idi. Sırtındaki elbiseleri, ayakkabıları, kılıcının kabzası ve atının takımları askerlerininkinden hiç de farklı değildi. Buna karşı diğer İskit komutanlarının bu eşyaları altın ve kıymetli taşlarla süslü, göz kamaştırıcı idi. Kendisininki böyle değildi. Yalnız diğerlerinden daha temiz idi".
Kazım Mirşan'a göre Türk tarihin 30 bin yıl öncesine kadar gidiyor. Kameraman Tamer Bolu şu bilgiyi veriyor:Ersin Alok bize bir tespitini anlattı. Kaya resimlerinin bulunduğu alanlarda çok sert granit taşlara rastladığını söyledi. Ona göre bu resimler taşı taşa vurarak çizildi. Karbon testi yapacak hiçbir organik kalıntı yok. Dolayısıyla yazıların gerçek yaşı tespit edilemiyor. Kaya resimlerinin binlerce yıl içinde oluştuğu ve her neslin anıt mezar olarak seçilmiş kayalık bölgeye, kendi döneminin olaylarını resimlerle kazdığı anlaşılıyor. Yani tek dönemde yapılmış değiller. İlk resimle son resim arasında binlerce yıl var. Ersin Alokun verdiği bilgiye göre Alman araştırmacılar, Hakkarideki Gevaruk Yaylası kaya resimlerinin sekiz bin yıl önce çizilmeye başlandığını söylüyor.
***
Kaya resimlerini hep birlikte değerlendirmek için kitaplardaki resimlere bakmak yetmiyor, onlara dokunmak, anıt mezardaki havayı ciğerlere çekmek gerekiyor ki Servet Somuncuoğlu, bu alanların 64′ünü gören tek kişi unvanına sahip oldu. Asyada 250′den fazla kaya resmi alanı var. Bunların 30 tanesi Anadoluda.
Bugüne kadar her uzman başka bir alanda çalıştığı için bütünüyle değerlendirme imkânına sahip olamadı. Bundan sonra arkeolog, etnolog, tarihçi, dilci ve gazetecilerden ekip oluşturarak bu araştırmaları sürdürmek gerekiyor.
Bütün motiflerde Gök kültü var. Gobi çölündeki motiflerde ay yıldız var. Yine hayat ağacı ve elinde kadeh tutan kadın veya erkek motifleri her alanda var. Hayat ağacı, geyik boynuzu ile temsil ediliyor. Zaten bütün alanlarda ağırlıklı olarak en çok geyik ve keçi resimleri var.
Hiçbir kaya resmi alanında Tanrı resmedilmemiş. Kök Tengri inancının çok eski bir temeli olduğu anlaşılıyor.
***
Somuncuoğlu, araştırmaların inanç, bilgi ve kültür temelinde sürdürülmesi gerektiğini söylüyor. Çünkü bu alanlar ibadet alanları! Yazıya bu kaya resimlerinden sonra tamgalarla geçiliyor. Tamgalar alfabeye dönüşüyor. Eski Türk alfabesinin 28 harfi kaya resimleri alanında açıkça görülüyor. Servet Somuncuoğlu, artık eski Türk tamgalarını ve harflerini ezberlemiş durumda, 64 kaya resmi alanında Türkçe yazı dışında hiçbir yazıya rastlamadık diyor.
Kameraman Tamer Bolu ise Kaya resimleri alanında bir Kırgız öğretmen ve öğrencilerini gördük. Öğretmen, öğrencilerine ata babalarımıza saygılı olalım dedi. Anladık ki anıt mezar saygısı bugün de devam ediyor diye bilgi verdi.
Karlı dağların ardındaki sır çözülmesine çözülmüştü ama Servet Somuncuoğlu bunları yeterli görmüyordu. Dünya bilim literatürüne Orta Asyada 10 bin kaya üzerindeki 100 bin resmi kazandırmak ona yetemezdi. Rusya, Moğolistan, Kazakistan, Kırgızistan, Azerbaycan ve Türkiyede 138 gün çalışmış, sadece çekimler
93 gün sürmüştü. Saymalıtaşa TRT ekibinden önce, dünyada başka hiçbir televizyon ekibi gitmemiş ve kaya resimlerini görüntülememişti. Araştırma devam edecekti.
Servet Somuncuoğlu ve arkadaşlarının araştırması sadece belgesel film yapılmakla kalmayacak. Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu, Somuncuoğlunun çektiği resimleri de albüm niteliğinde üç kitap olarak basmaya karar verdi.