- Katılım
- 11 Ağustos 2012
- Mesajlar
- 2,733
- Beğeni
- 430
- Puanları
- 83
Daha evvel de ifâde ettiğimiz gibi Hristiyanlık, Îsâ -aleyhisselâm-dan sonra birçok beşerî tesir ve müdâhalelere mâruz kalmıştır. Bunun içindir ki, Kurân-ı Kerîmde ehl-i kitâb hakkında Dinlerini parça parça edenler. (er-Rûm, 32) tâbiri kullanılmıştır. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyururlar:
Mesîhin ümmeti, Onun sünnet ve hidâyeti üzere iki yüz sene kaldılar (sonra dinlerini bozup istikâmetlerini değiştirdiler). (Heysemî, Mecmauz-Zevâid, VIII. 207)
Gerçekten Hristiyanlık, kendi din adamları tarafından bozulmuş ve günümüze ilk şeklinde mevcut olan tevhîd akîdesinden tamâmen tecrîd edilerek gelmiştir.
Bu tahrîf sebebiyledir ki, diğer ilâhî dinler gibi Hristiyanlığın da hükmü ve geçerliliği ortadan kaldırılmış, Allâh katında son ve hak din olarak İslâm gönderilmiştir. Cenâb-ı Hak buyurur:
إِنَّ الدِّينَ عِندَ اللّهِ الإِسْلاَمُ
Allâh indinde hak din, yalnızca İslâmdır (Âl-i İmrân, 19)
Cenâb-ı Hakkın bu hükmü karşısında gerek yahûdîler ve gerekse hristiyanlar, İslâmı ve onun yüce peygamberini kendi içlerinden çıkacağı düşüncesinde olduklarından dolayı kabûllen*mediler. Nitekim her iki dînin mensupları da kitaplarındaki hakîkate bakarak Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-in bisetine (peygamber olarak gönderilişine) kadar hep Onu müjdeleyip bekledikleri hâlde, bisetten sonra ta*vır değiştirdiler. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sel*lem-in ve yeni dînin kendileri arasından çıkmadığını görünce ha*sede kapıldılar ve îmân etmekten imtinâ ettiler.
Cenâb-ı Hak buyurur:
وَمَا اخْتَلَفَ الَّذِينَ أُوْتُواْ الْكِتَابَ إِلاَّ مِن بَعْدِ مَا جَاءهُمُ الْعِلْمُ بَغْيًا بَيْنَهُمْ وَمَن يَكْفُرْ بِآيَاتِ اللّهِ فَإِنَّ اللّهِ سَرِيعُ الْحِسَابِ
Kitâb verilenler, kendilerine ilim (Kurân ve Peygamber) geldikten sonradır ki, aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrı*lığa düştüler. Allâhın âyetlerini inkâr edenler bilmelidirler ki, Allâhın hesâbı çok çabuktur. (Âl-i İmrân, 19)
Ehl-i kitâb, sadece hased edip ayrılığa düşmekle kalmadı, kitaplarında son dîn olan İslâm ve onun hak peygamberi olan Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-i müjdeleyen bölümleri de değiştirdiler. Çünkü bu bölümleri okuyan birtakım firâsetli hristiyan veya yahûdîler, hakîkati kavrayıp derhal müslüman oluyorlardı. Nitekim yahûdî âlimlerinden Abdullâh bin Selâm ve daha niceleri, hristiyanlardan Selmân-ı Fârisî, hattâ krallardan Habeş hükümdarı Necâşî gibi birçok mümtaz şahsiyet, bu vesîleyle müslümanlığı candan kabûllenmişlerdi. Âyet-i kerîmede buyrulur:
وَإِنَّ مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ لَمَن يُؤْمِنُ بِاللّهِ وَمَا أُنزِلَ إِلَيْكُمْ وَمَا أُنزِلَ إِلَيْهِمْ خَاشِعِينَ لِلّهِ
Ehl-i kitâbdan öyleleri vardır ki, Allâha, size ve kendilerine indirilene tam bir samîmiyetle ve Allâha boyun eğe*rek îmân ederler (Âl-i İmrân, 199)
Hattâ Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-in zuhûrunu duyup Onun vasıflarını öğrenen Bizans İmparatoru Herakliyüs heyecanlanmış ve Hazret-i Peygamberin bahtiyar elçisine:
O Zât, şu ayaklarımın bastığı yerlere bile çok yakın bir zamanda hâkim olacaktır. Zâten ben, bu peygamberin zuhûr edeceğini bilirdim, fakat sizden olacağını tahmîn etmezdim. Onun huzûruna varabileceğimi bilsem, kendisiyle görüşe*bilmek için her türlü zahmete katlanırdım. Yanında olaydım, ayaklarını yıkardım. demiştir.
İşte bu ve buna benzer çeşitli hâdiselere şâhid olan, ancak gönülleri ve irâdeleri âmâ hristiyan ve yahûdîler, zaman geçtik*çe bütün dindaşlarının müslüman olmalarından endi*şe duymaya başladılar. Bu duruma çâre olarak da kendi kitaplarında bulunan, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve Onun getirdiği son dîni müjdeleyen metinleri değiştirmişlerdir.
Böyle yapmakla düştükleri hazîn âkıbeti Cenâb-ı Hak şöy*le bildirir:
إِنَّ الَّذِينَ يَكْتُمُونَ مَا أَنزَلَ اللّهُ مِنَ الْكِتَابِ وَيَشْتَرُونَ بِهِ ثَمَنًا قَلِيلاً أُولَـئِكَ مَا يَأْكُلُونَ فِي بُطُونِهِمْ إِلاَّ النَّارَ وَلاَ يُكَلِّمُهُمُ اللّهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَلاَ يُزَكِّيهِمْ وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ
Allâhın indirdiği Kitâbdan bir şeyi (Âhirzaman Peygamberinin vasıflarını) gizleyip onu az bir paha ile değişenler yok mu, işte onların yiyip de karınlarına doldurdukları, ateşten başka bir şey değildir. Kıyâmet günü Allâh ne kendileriyle konuşur ve ne de onları temize çıkarır. Orada onlar için can yakıcı bir azap vardır. (el-Bakara, 174)
بِئْسَمَا اشْتَرَوْاْ بِهِ أَنفُسَهُمْ أَن يَكْفُرُواْ بِمَا أنَزَلَ اللّهُ بَغْياً أَن يُنَزِّلُ اللّهُ مِن فَضْلِهِ عَلَى مَن يَشَاء مِنْ عِبَادِهِ فَبَآؤُواْ بِغَضَبٍ عَلَى غَضَبٍ وَلِلْكَافِرِينَ عَذَابٌ مُّهِينٌ
Allâhın, kullarından dilediğine peygamberlik ihsân et*mesini kıskandıkları için, Allâhın indirdiğini (Kurân-ı Kerîmi) inkâr ederek kendilerini harcamaları ne kötü bir şeydir! Böy*lece onlar, gazap üstüne gazaba uğradılar. Ayrıca kâfirler için alçaltıcı bir azap vardır. (el-Bakara, 90)
Âyet-i kerîmede ifâde buyrulduğu gibi hidâyete râm olamayıp İslâmın saâdet sancağı altına girmeyen ehl-i kitâb, kendi ar*zularına göre şekillendirdikleri bâtıl kitaplarına tâbî olarak dünyâ ve âhiretlerini hebâ etmişlerdir. Çünkü bütün ilâhî kitapları gön*deren Allâh -celle celâlühû-, son gönderdiği dîn olan İslâma tâbî olmayıp iptal edilen din*lere uyanların, bâtılla dolu îmanlarını kabûl etmediğini şöyle beyân buyurmaktadır:
وَمَن يَبْتَغِ غَيْرَ الإِسْلاَمِ دِينًا فَلَن يُقْبَلَ مِنْهُ وَهُوَ فِي الآخِرَةِ مِنَ الْخَاسِرِينَ
Kim İslâmdan başka bir dîn ararsa, bilsin ki, kendisin*den (böyle bir dîn) aslâ kabûl edilmeyecek ve o, âhirette hüsrâna uğrayanlardan olacaktır. (Âl-i İmrân, 85)
Gerçekten bugün İslâm dışındaki bütün dinlerde ve Hristiyanlıkta mevcut olan îman ve ibâdet esaslarına bakıldığında, onların, Cenâb-ı Hakkın irâde ve buyruklarına, hattâ beşer man*tığına bile ters bir mâhiyete büründüğü müşâhede edilmektedir. Nitekim
hristiyanlara göre;
Her insan günahkâr doğar. Çünkü Âdem -aleyhisselâm-, Allâhın emrini tutmamış ve cennetten çıkarılmıştır. Şimdi bu günah, bütün insanlarda teselsülen devâm etmektedir. Îsâ -aleyhis*selâm-, insanları bu ezelî günahtan kurtarmak için dünyâya gelmiştir. Allâh -celle celâlühû-, insanları bu günahtan kurtarmak için ken*di oğlunu (Îsâyı) çarmıha gerdirmiştir.
Hâlbuki Allâh Teâlâ, insanların suçlarının cezâlarını birbirle*rine çektirmek gibi bir muâmeleyi hiçbir ilâhî kitabında beyân buyurmamıştır. Çünkü başkalarının günâhı için bir mâsumu kurbân etmek, zulümden başka bir şey değildir.
Diğer taraftan, insanların günahkâr doğmalarına inanmak da Cenâb-ı Hakka zulüm isnâd etmektir. Bu meselenin hakîkatini Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-in şu nebevî ifâdeleri ne güzel ortaya koymaktadır:
Her çocuk İslâm fıtratı üzere (temiz ve günahsız olarak, tevhîde meyilli bir şekilde) doğar!.. (Müslim, Kader, 22)
Allâh Teâlâ buyurur:
فَأَقِمْ وَجْهَكَ لِلدِّينِ حَنِيفًا فِطْرَةَ اللَّهِ الَّتِي فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَا لَا تَبْدِيلَ لِخَلْقِ اللَّهِ ذَلِكَ الدِّينُ الْقَيِّمُ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ
(Ey Rasûlüm!) Sen yüzünü hanîf olarak dîne, Allâh in*sanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir! Allâhın ya*ratışında değişme yoktur! İşte dosdoğru din budur; fakat in*sanların çoğu bilmezler. (er-Rûm, 30)
Hristiyanlığa yerleşen bâtıl akîdelerden biri de vaftizdir. Hristiyanların baba-oğul ve Rûhul-Kudüs adına vaftiz olmaları, kilise*nin bir emridir. Kilise, yüze su serperek veya vücûdu suya batı*rarak vaftiz yapar. Bunu, hristiyan olmanın îlânı kabûl ederler. Ayrıca ezelî günâhın, vaftiz ile affedildiği inancı vardır. Bunun içindir ki hristiyanlar, vaftiz yapılmadan ölenleri günahkâr olarak ölmüş kabûl ederler.
Yine hristiyanlara göre dünyâ bir çile yeridir. Zevk u sefâ yoktur. İnsanlar, çile çekmek için yaratılmışlardır. Ancak böyle söyleyip nefsâniyetin had safhasında zevk u sefâ hâlinde yaşayan hristiyanların hayat ölçüleri ne kadar te*zatlıdır.
Bir imtihan diyârı olan bu dünyâda ebedî saâdeti kazandıra*cak hayat tarzının, böyle çelişkilerle dolu olması mümkün değildir. Bilmelidir ki Allâh Teâlâ, kullarını çeşitli şekillerde imtihân eder. Bu itibarla kul, bazen darlık, bazen genişlik; bazen çile, bazen de sürûr te*cellîleri yaşar.
Yine hristiyanlara göre insanlar, doğrudan doğruya Allâh ile kendi aralarında bir bağ oluşturamazlar. Allâhtan bir şey isteye*mezler. İnsanlar adına papazlar Allâha yalvarabilirler. Yine onların günahlarını papazlar affedebilirler. Yâni papazlar, Allâh ile kul arasında bir vâsıtadır. Bunun içindir ki, günahları îtirâf, Hristiyanlıkta bir ibâ*det şekli hâline gelmiştir. Kilise, günahları îtirâf ettirir ve papazlar da, para karşılığı, parası yoksa kilisede çalıştırma mukâbili günah affetmeye salâhiyetlidirler. Hristiyanlar bunu tahrîf edilmiş olan İncîlin şu ifâdelerine dayanarak söylerler:
Îsâ onlara, «Size esenlik olsun!» dedi. «Baba beni gönderdiği gibi, ben de sizi gönderiyorum.» Bunu söyledikten sonra onların üzerine üfleyerek, «Kutsal Rûhu alın!» dedi. «Kimin günahlarını bağışlarsanız, bağışlanmış olur; kimin günahlarını bağışlamazsanız, bağışlanmamış kalır.» dedi. (Yuhanna, 20/21-23)
Bu usûl ve erkân, insana hidâyet yolunu göstermekten ziyâ*de, papazlara bir nevî ulûhiyet isnâdı ve diğerlerine de nasıl olsa affedilir düşüncesiyle günah işlemeye bir cevaz teşkil etmek demektir.
Kendi günahlarını bile affetmeye muktedir olmayan papazların, başkalarının günahlarını affedebilmesi mümkün müdür? Kendisi günah işlemekten berî olmayan bir insan, kendi gibi bir insanın günâhını nasıl affedebilir? Böyle bir salâhiyet başta ülül-azm peygamberler olmak üzere hiçbir nebî veya rasûle bile ve*rilmemiştir. Peygamberlerin ömürleri, günah işlemedikleri hâlde tevbe ve istiğfâr içinde geçmiş iken, ilâhî mağfiretin, papazların affetmesine bağlı olduğunu düşünmek, ne büyük bir dalâlettir!
Ehl-i kitâbın, ilâhî hakîkatlere ters olarak para karşılığında veya kilisede çalıştırma mukâbili, günahları affetme yetkisine sâhip olduklarını vehmetleri dalâleti sebebiyle Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ إِنَّ كَثِيراً مِّنَ الأَحْبَارِ وَالرُّهْبَانِ لَيَأْكُلُونَ أَمْوَالَ النَّاسِ بِالْبَاطِلِ وَيَصُدُّونَ عَن سَبِيلِ الل
Ey îmân edenler! (Biliniz ki), hahamlardan ve râhipler*den birçoğu insanların mallarını haksız yollardan yerler ve (onları) Allâh yolundan engellerler (et-Tevbe, 34)
Buna rağmen hristiyanlar, râhiplerine körü körüne tâbî olur*lar. Hristiyanlığın kutsal kitabı peygamberlere atılan birçok iftirâ ve günah yakıştırmaları ile dolu iken hiçbir nebevî husûsiyeti bu*lunmayan Papa mâsum ve günahsız kabûl edilir. Onların her yaptığı iş doğru görülür.
Câlib-i dikkattir ki, kendilerini Allâhın emirlerini yerine getirmeye çağıran Allâhın seçtiği peygamberlere, onların ilâhî dâvetleri nefislerine zor geldiği için, zinâ, içki içme, yalancılık, sahtekârlık, putperestlik vb. çirkin vasıfları isnâd etmek sûretiyle peygamberlik müessesini hafife alan hristiyanlar[23], kendilerinin seçtiği sıradan bir insan olan Papaya karşı aşırı derecede ulvî husûsiyetler atfederek onu kendilerince yüceltmişlerdir.[24]
Kurân-ı Kerîmde buyrulur:
اتَّخَذُواْ أَحْبَارَهُمْ وَرُهْبَانَهُمْ أَرْبَابًا مِّن دُونِ اللّهِ وَالْمَسِيحَ ابْنَ مَرْيَمَ وَمَا أُمِرُواْ إِلاَّ لِيَعْبُدُواْ إِلَـهًا وَاحِدًا لاَّ إِلَـهَ إِلاَّ هُوَ سُبْحَانَهُ عَمَّا يُشْرِكُونَ
(Yahûdîler) Allâhı bırakıp bilginlerini (hahamlarını); (hristiyanlar) da râhiplerini ve Meryem oğlu Mesîhi
rabler edin*diler. Hâlbuki onlara tek ilâha kulluk etmeleri emrolundu. Ondan başka ilâh yoktur. O, bunların ortak koştukları şey*lerden uzaktır. (et-Tevbe, 31)
Âyette buyrulan hakîkatin diğer bir tezâhürü olarak da hristiyanlar, insan hakkında da hatâlı mütâlaalarda bulunmuşlar*dır. Onlara göre insanın rûh ve bedeni birbirinden ayrıdır. Rûhu ancak papazlar temizler. Beden ise ekseriyetle, günahkâr ve çirkin bir varlık olarak kabûl edilir.
Hâlbuki bu ifâdeler, zübde-i âlem (âlemin özü) olarak yaratılan ve eşref-i mahlûkât (yaratılanların en şereflisi) olan insan için haksız îzahlardır. Bunun doğrusunu Kurân-ı Kerîm şöyle beyân buyurur:
لَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنسَانَ فِي أَحْسَنِ تَقْوِيمٍ
Şüphesiz Biz insanı en güzel bir biçimde (ahsen-i takvîm üzere) yarattık. (et-Tîn, 4)
Şeyh Gâlib, bu hakîkati ne güzel ifâde eder:
Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen,
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen!..
(Gönül gözü ile bir bak kendine. Yaratılanların özüsün sen. Kâ*inâtın gözbebeği olan insansın sen.)
Çünkü böyle mükerrem yaratılmış bulunan insan, kudret-i ilâhiyyenin binbir nakışı ile müzeyyen olan bu âlemde ilâhî sanatın zirvesini teşkîl eder.
Ancak bu yüce zirveye lâyık bir îman ve ibâdet hayâtı içinde olmayanlar, yaratılışlarındaki ulvî vasıfları kaybederler. Netîcede Cenâb-ı Hakkın esfel-i sâfilîn
(aşağıların en aşağısı) ifâdesiyle tavsîf buyurduğu bir hâle düşerek ilâhî emâneti zâyî etmiş olur*lar. Yoksa her insan başlangıçta:
وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنِي آدَمَ
Biz, hakîkaten insanoğlunu mükerrem (şan ve şeref sâhibi) kıldık (el-İsrâ, 70) âyetindeki hakîka*tin muhâtabıdır.
Hristiyanlar, İncîllerden çeşitli deliller getirerek Hristiyanlığın sevgi ve barış dîni olduğunu ileri sürerler. Ancak muharref İncîllerde bunu nakzeden ifâdeler de vardır: Meselâ Luka Hazret-i Îsâdan şöyle bir söz nakleder:
Lâkin üzerlerine kral olmamı istemeyen o düşmanlarımı buraya getirin ve öldürün! (Luka, 19/7)
Yine Pavlosun mektuplarında şöyle denir:
Çünkü bütün düşmanları kendi ayakları altına koyuncaya kadar onun saltanat sürmesi lâzımdır! (Korintoslara Mektup, 1/15)
Başka bir yerde de Hazret-i Îsâ şöyle der:
Yeryüzüne selâmet getirmeye geldim sanmayın. Ben selâmet değil, fakat kılıç getirmeye geldim. Çünkü ben, adamla babasının, kızla anasının, gelinle kaynanasının arasına ayrılık koymaya geldim! (Matta, 10/34-35)
Ayrıca Hristiyanların kabûl ettiği Eski Ahitte şöyle denir:
Ancak Tanrının sana mîras olarak vermekte olduğu bu kavimlerin şehirlerinden nefes alan kimseyi sağ bırakmayacaksın. Fakat onları Rabbin sana emrettiği gibi tamâmen yok edeceksin. (Tesniye 20/16-17)
Şimdi git (o zamanki düşman bir kavim olan) Ameleki vur. Onların her şeyini tamâmen yok et. Ve onları esirgeme ve erkekten kadına, çocuktan emzikte olana, öküzden koyuna, deveden eşeğe kadar hepsini öldür! (I. Samuel,15/2-3)
Görüldüğü üzere Hristiyanlığın tahrîf edilmiş kutsal kitabında sevgi ve barış mesajını gölgede bırakacak şekilde şiddet ve zulüm ifâdeleri bulunmaktadır.
İslâmda harbin nasıl olması gerektiği ise Kurân-ı Kerîmde şöyle beyân edilir:
وَقَاتِلُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ الَّذِينَ يُقَاتِلُونَكُمْ وَلاَ تَعْتَدُواْ إِنَّ اللّهَ لاَ يُحِبِّ الْمُعْتَدِينَ
Sizinle savaşanlarla Allâh yolunda savaşın. Aşırı gitmeyin. Doğrusu Allâh haddi aşanları sevmez. (el-Bakara, 190)
İslâmda savaş, Allâhın dînini tebliğ için yapılır. Düşmanlarla savaşmayı emreden âyetler, sâdece harp îlân edilmiş kişilere, bilfiil savaşanlara yöneliktir. Savaşmayan kadın, çocuk, yaşlı ve hasta gibilere dokunulamaz, hattâ hayvanlar öldürülemez, yaş ağaçlar kesilemez, ekinlere zarar verilemez.
Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-, diğer peygamberler gibi Allâhın haram kıldığını haram, helâl kıldığını helâl kılan ve üm*metine de bunları emreden bir peygamberdi. Onun da, haram*ların dışında dînin özüne uymayan, fakat doğru gibi görünen amelleri, yâni bidatleri reddetmiş olduğu muhakkak iken, bugünkü Hristiyanlıkta günahlar ibâdet hâline getirilmiştir. Bunlar*dan biri de İşâ-i Rabbânîdir.
İşâ-i Rabbânî, Îsâ -aleyhisselâm-ın son gece yediği yemeği sembolize etmek üzere, ekmeği kırıp üstüne şarap döke*rek yemektir. Güyâ burada ekmek, Hazret-i Îsânın etini, şarap da kanını temsil etmektedir. Hristiyanlar, bunları yiyerek Hazret-i Îsâ ile bütünleştiklerine inanmaktadırlar. Evharistiya olarak da bilinen bu âyin, vaftizden sonra gelen en önemli ibâdettir. Bu âyin bütün hristiyanlar tarafından îfâ edilmektedir.
Önceleri senede bir defa yapılırken, sonradan her hafta yapılmaya başlanmış ve Hristiyanlığın bir akîdesi hâline gelmiştir. Böyle bir ibâdet vesîlesiyle bir nevî ulûhiyete iştirâk etme inancı, ilâhî tevhîdin hiçbir şekilde müsâmaha etmeyeceği bir şirk koşma çeşididir.
Hristiyanlıkta ibâdet daha çok duâ ve Tanrı adına okunan bir takım ilâhîlerden ibârettir. Ekmek-şarap âyini veya ibâdeti dışında İslâmda olduğu gibi namaz, oruç, hac ve benzeri mecbûrî ibâdetler yoktur. Hristiyanlıkta oruç, sadece perhizden ibâret kabûl edilmiştir. Nefsin arzu ettiği bazı yiyecek ve içecekler oruç esnâsında alınamaz, ancak hafif kahvaltı yapılabilir veya hafif bir akşam yemeği yenebilir.
Allâh Teâlâ, hristiyanların dinlerine dâhil ettikleri bu ve benzeri inançların bâtıl olduğunu ve onlara emredilenin bunlar olmadığını beyân ile şöyle buyurur:
وَمَا تَفَرَّقَ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ إِلَّا مِن بَعْدِ مَا جَاءتْهُمُ الْبَيِّنَةُ
(4)
وَمَا أُمِرُوا إِلَّا لِيَعْبُدُوا اللَّهَ مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ حُنَفَاء وَيُقِيمُوا الصَّلَاةَ وَيُؤْتُوا الزَّكَاةَ وَذَلِكَ دِينُ الْقَيِّمَةِ
(5)
Kendilerine Kitâb verilenler, o açık delîl (Hazret-i Pey*gamber ve İslâm) kendilerine verilmesine rağmen ayrılığa düştüler. Hâlbuki onlara, ancak, dîni yalnız Allâha has kıla*rak ve hanîfler olarak Allâha kulluk etmeleri, namaz kılmala*rı ve zekât vermeleri emrolunmuştu. İşte sağlam din de budur! (el-Beyyine, 4-5)
Bütün bu anlatılanların yanında Hristiyanlığın en büyük handikapı dinlerine yine sonradan eklenen teslîs akîdesidir. Nitekim Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, İslâma dâvet için hristiyan krallara gönderdiği mektuplarda bu husus üzerinde durmuştur. Bizans İmparatoru Herakliyüse gönderdiği mektup şöyledir:
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
Allâhın kulu ve Rasûlü Muhammedden, Romalıların büyü*ğü Herakliyüse!
Hidâyete tâbî olanlara selâm olsun!
Ben seni İslâma dâvet ediyorum. İslâma gir ki, selâmete eresin ve Allâh da sana ecrini iki kat versin! Eğer kabûl etmez*sen, (teban olan) çiftçilerin günâhı senin boynunadır.
Ey kitâb ehli! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze geliniz: Allâhtan başkasına tapmayalım; Ona hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allâhı bırakıp kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın! Eğer yüz çevirirlerse, işte o zaman: «Şâhid olun ki, biz müslümanlardanız!» deyiniz! (Âl-i İmrân, 64)
Mesîhin ümmeti, Onun sünnet ve hidâyeti üzere iki yüz sene kaldılar (sonra dinlerini bozup istikâmetlerini değiştirdiler). (Heysemî, Mecmauz-Zevâid, VIII. 207)
Gerçekten Hristiyanlık, kendi din adamları tarafından bozulmuş ve günümüze ilk şeklinde mevcut olan tevhîd akîdesinden tamâmen tecrîd edilerek gelmiştir.
Bu tahrîf sebebiyledir ki, diğer ilâhî dinler gibi Hristiyanlığın da hükmü ve geçerliliği ortadan kaldırılmış, Allâh katında son ve hak din olarak İslâm gönderilmiştir. Cenâb-ı Hak buyurur:
إِنَّ الدِّينَ عِندَ اللّهِ الإِسْلاَمُ
Allâh indinde hak din, yalnızca İslâmdır (Âl-i İmrân, 19)
Cenâb-ı Hakkın bu hükmü karşısında gerek yahûdîler ve gerekse hristiyanlar, İslâmı ve onun yüce peygamberini kendi içlerinden çıkacağı düşüncesinde olduklarından dolayı kabûllen*mediler. Nitekim her iki dînin mensupları da kitaplarındaki hakîkate bakarak Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-in bisetine (peygamber olarak gönderilişine) kadar hep Onu müjdeleyip bekledikleri hâlde, bisetten sonra ta*vır değiştirdiler. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sel*lem-in ve yeni dînin kendileri arasından çıkmadığını görünce ha*sede kapıldılar ve îmân etmekten imtinâ ettiler.
Cenâb-ı Hak buyurur:
وَمَا اخْتَلَفَ الَّذِينَ أُوْتُواْ الْكِتَابَ إِلاَّ مِن بَعْدِ مَا جَاءهُمُ الْعِلْمُ بَغْيًا بَيْنَهُمْ وَمَن يَكْفُرْ بِآيَاتِ اللّهِ فَإِنَّ اللّهِ سَرِيعُ الْحِسَابِ
Kitâb verilenler, kendilerine ilim (Kurân ve Peygamber) geldikten sonradır ki, aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrı*lığa düştüler. Allâhın âyetlerini inkâr edenler bilmelidirler ki, Allâhın hesâbı çok çabuktur. (Âl-i İmrân, 19)
Ehl-i kitâb, sadece hased edip ayrılığa düşmekle kalmadı, kitaplarında son dîn olan İslâm ve onun hak peygamberi olan Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-i müjdeleyen bölümleri de değiştirdiler. Çünkü bu bölümleri okuyan birtakım firâsetli hristiyan veya yahûdîler, hakîkati kavrayıp derhal müslüman oluyorlardı. Nitekim yahûdî âlimlerinden Abdullâh bin Selâm ve daha niceleri, hristiyanlardan Selmân-ı Fârisî, hattâ krallardan Habeş hükümdarı Necâşî gibi birçok mümtaz şahsiyet, bu vesîleyle müslümanlığı candan kabûllenmişlerdi. Âyet-i kerîmede buyrulur:
وَإِنَّ مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ لَمَن يُؤْمِنُ بِاللّهِ وَمَا أُنزِلَ إِلَيْكُمْ وَمَا أُنزِلَ إِلَيْهِمْ خَاشِعِينَ لِلّهِ
Ehl-i kitâbdan öyleleri vardır ki, Allâha, size ve kendilerine indirilene tam bir samîmiyetle ve Allâha boyun eğe*rek îmân ederler (Âl-i İmrân, 199)
Hattâ Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-in zuhûrunu duyup Onun vasıflarını öğrenen Bizans İmparatoru Herakliyüs heyecanlanmış ve Hazret-i Peygamberin bahtiyar elçisine:
O Zât, şu ayaklarımın bastığı yerlere bile çok yakın bir zamanda hâkim olacaktır. Zâten ben, bu peygamberin zuhûr edeceğini bilirdim, fakat sizden olacağını tahmîn etmezdim. Onun huzûruna varabileceğimi bilsem, kendisiyle görüşe*bilmek için her türlü zahmete katlanırdım. Yanında olaydım, ayaklarını yıkardım. demiştir.
İşte bu ve buna benzer çeşitli hâdiselere şâhid olan, ancak gönülleri ve irâdeleri âmâ hristiyan ve yahûdîler, zaman geçtik*çe bütün dindaşlarının müslüman olmalarından endi*şe duymaya başladılar. Bu duruma çâre olarak da kendi kitaplarında bulunan, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve Onun getirdiği son dîni müjdeleyen metinleri değiştirmişlerdir.
Böyle yapmakla düştükleri hazîn âkıbeti Cenâb-ı Hak şöy*le bildirir:
إِنَّ الَّذِينَ يَكْتُمُونَ مَا أَنزَلَ اللّهُ مِنَ الْكِتَابِ وَيَشْتَرُونَ بِهِ ثَمَنًا قَلِيلاً أُولَـئِكَ مَا يَأْكُلُونَ فِي بُطُونِهِمْ إِلاَّ النَّارَ وَلاَ يُكَلِّمُهُمُ اللّهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَلاَ يُزَكِّيهِمْ وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ
Allâhın indirdiği Kitâbdan bir şeyi (Âhirzaman Peygamberinin vasıflarını) gizleyip onu az bir paha ile değişenler yok mu, işte onların yiyip de karınlarına doldurdukları, ateşten başka bir şey değildir. Kıyâmet günü Allâh ne kendileriyle konuşur ve ne de onları temize çıkarır. Orada onlar için can yakıcı bir azap vardır. (el-Bakara, 174)
بِئْسَمَا اشْتَرَوْاْ بِهِ أَنفُسَهُمْ أَن يَكْفُرُواْ بِمَا أنَزَلَ اللّهُ بَغْياً أَن يُنَزِّلُ اللّهُ مِن فَضْلِهِ عَلَى مَن يَشَاء مِنْ عِبَادِهِ فَبَآؤُواْ بِغَضَبٍ عَلَى غَضَبٍ وَلِلْكَافِرِينَ عَذَابٌ مُّهِينٌ
Allâhın, kullarından dilediğine peygamberlik ihsân et*mesini kıskandıkları için, Allâhın indirdiğini (Kurân-ı Kerîmi) inkâr ederek kendilerini harcamaları ne kötü bir şeydir! Böy*lece onlar, gazap üstüne gazaba uğradılar. Ayrıca kâfirler için alçaltıcı bir azap vardır. (el-Bakara, 90)
Âyet-i kerîmede ifâde buyrulduğu gibi hidâyete râm olamayıp İslâmın saâdet sancağı altına girmeyen ehl-i kitâb, kendi ar*zularına göre şekillendirdikleri bâtıl kitaplarına tâbî olarak dünyâ ve âhiretlerini hebâ etmişlerdir. Çünkü bütün ilâhî kitapları gön*deren Allâh -celle celâlühû-, son gönderdiği dîn olan İslâma tâbî olmayıp iptal edilen din*lere uyanların, bâtılla dolu îmanlarını kabûl etmediğini şöyle beyân buyurmaktadır:
وَمَن يَبْتَغِ غَيْرَ الإِسْلاَمِ دِينًا فَلَن يُقْبَلَ مِنْهُ وَهُوَ فِي الآخِرَةِ مِنَ الْخَاسِرِينَ
Kim İslâmdan başka bir dîn ararsa, bilsin ki, kendisin*den (böyle bir dîn) aslâ kabûl edilmeyecek ve o, âhirette hüsrâna uğrayanlardan olacaktır. (Âl-i İmrân, 85)
Gerçekten bugün İslâm dışındaki bütün dinlerde ve Hristiyanlıkta mevcut olan îman ve ibâdet esaslarına bakıldığında, onların, Cenâb-ı Hakkın irâde ve buyruklarına, hattâ beşer man*tığına bile ters bir mâhiyete büründüğü müşâhede edilmektedir. Nitekim
hristiyanlara göre;
Her insan günahkâr doğar. Çünkü Âdem -aleyhisselâm-, Allâhın emrini tutmamış ve cennetten çıkarılmıştır. Şimdi bu günah, bütün insanlarda teselsülen devâm etmektedir. Îsâ -aleyhis*selâm-, insanları bu ezelî günahtan kurtarmak için dünyâya gelmiştir. Allâh -celle celâlühû-, insanları bu günahtan kurtarmak için ken*di oğlunu (Îsâyı) çarmıha gerdirmiştir.
Hâlbuki Allâh Teâlâ, insanların suçlarının cezâlarını birbirle*rine çektirmek gibi bir muâmeleyi hiçbir ilâhî kitabında beyân buyurmamıştır. Çünkü başkalarının günâhı için bir mâsumu kurbân etmek, zulümden başka bir şey değildir.
Diğer taraftan, insanların günahkâr doğmalarına inanmak da Cenâb-ı Hakka zulüm isnâd etmektir. Bu meselenin hakîkatini Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-in şu nebevî ifâdeleri ne güzel ortaya koymaktadır:
Her çocuk İslâm fıtratı üzere (temiz ve günahsız olarak, tevhîde meyilli bir şekilde) doğar!.. (Müslim, Kader, 22)
Allâh Teâlâ buyurur:
فَأَقِمْ وَجْهَكَ لِلدِّينِ حَنِيفًا فِطْرَةَ اللَّهِ الَّتِي فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَا لَا تَبْدِيلَ لِخَلْقِ اللَّهِ ذَلِكَ الدِّينُ الْقَيِّمُ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ
(Ey Rasûlüm!) Sen yüzünü hanîf olarak dîne, Allâh in*sanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir! Allâhın ya*ratışında değişme yoktur! İşte dosdoğru din budur; fakat in*sanların çoğu bilmezler. (er-Rûm, 30)
Hristiyanlığa yerleşen bâtıl akîdelerden biri de vaftizdir. Hristiyanların baba-oğul ve Rûhul-Kudüs adına vaftiz olmaları, kilise*nin bir emridir. Kilise, yüze su serperek veya vücûdu suya batı*rarak vaftiz yapar. Bunu, hristiyan olmanın îlânı kabûl ederler. Ayrıca ezelî günâhın, vaftiz ile affedildiği inancı vardır. Bunun içindir ki hristiyanlar, vaftiz yapılmadan ölenleri günahkâr olarak ölmüş kabûl ederler.
Yine hristiyanlara göre dünyâ bir çile yeridir. Zevk u sefâ yoktur. İnsanlar, çile çekmek için yaratılmışlardır. Ancak böyle söyleyip nefsâniyetin had safhasında zevk u sefâ hâlinde yaşayan hristiyanların hayat ölçüleri ne kadar te*zatlıdır.
Bir imtihan diyârı olan bu dünyâda ebedî saâdeti kazandıra*cak hayat tarzının, böyle çelişkilerle dolu olması mümkün değildir. Bilmelidir ki Allâh Teâlâ, kullarını çeşitli şekillerde imtihân eder. Bu itibarla kul, bazen darlık, bazen genişlik; bazen çile, bazen de sürûr te*cellîleri yaşar.
Yine hristiyanlara göre insanlar, doğrudan doğruya Allâh ile kendi aralarında bir bağ oluşturamazlar. Allâhtan bir şey isteye*mezler. İnsanlar adına papazlar Allâha yalvarabilirler. Yine onların günahlarını papazlar affedebilirler. Yâni papazlar, Allâh ile kul arasında bir vâsıtadır. Bunun içindir ki, günahları îtirâf, Hristiyanlıkta bir ibâ*det şekli hâline gelmiştir. Kilise, günahları îtirâf ettirir ve papazlar da, para karşılığı, parası yoksa kilisede çalıştırma mukâbili günah affetmeye salâhiyetlidirler. Hristiyanlar bunu tahrîf edilmiş olan İncîlin şu ifâdelerine dayanarak söylerler:
Îsâ onlara, «Size esenlik olsun!» dedi. «Baba beni gönderdiği gibi, ben de sizi gönderiyorum.» Bunu söyledikten sonra onların üzerine üfleyerek, «Kutsal Rûhu alın!» dedi. «Kimin günahlarını bağışlarsanız, bağışlanmış olur; kimin günahlarını bağışlamazsanız, bağışlanmamış kalır.» dedi. (Yuhanna, 20/21-23)
Bu usûl ve erkân, insana hidâyet yolunu göstermekten ziyâ*de, papazlara bir nevî ulûhiyet isnâdı ve diğerlerine de nasıl olsa affedilir düşüncesiyle günah işlemeye bir cevaz teşkil etmek demektir.
Kendi günahlarını bile affetmeye muktedir olmayan papazların, başkalarının günahlarını affedebilmesi mümkün müdür? Kendisi günah işlemekten berî olmayan bir insan, kendi gibi bir insanın günâhını nasıl affedebilir? Böyle bir salâhiyet başta ülül-azm peygamberler olmak üzere hiçbir nebî veya rasûle bile ve*rilmemiştir. Peygamberlerin ömürleri, günah işlemedikleri hâlde tevbe ve istiğfâr içinde geçmiş iken, ilâhî mağfiretin, papazların affetmesine bağlı olduğunu düşünmek, ne büyük bir dalâlettir!
Ehl-i kitâbın, ilâhî hakîkatlere ters olarak para karşılığında veya kilisede çalıştırma mukâbili, günahları affetme yetkisine sâhip olduklarını vehmetleri dalâleti sebebiyle Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ إِنَّ كَثِيراً مِّنَ الأَحْبَارِ وَالرُّهْبَانِ لَيَأْكُلُونَ أَمْوَالَ النَّاسِ بِالْبَاطِلِ وَيَصُدُّونَ عَن سَبِيلِ الل
Ey îmân edenler! (Biliniz ki), hahamlardan ve râhipler*den birçoğu insanların mallarını haksız yollardan yerler ve (onları) Allâh yolundan engellerler (et-Tevbe, 34)
Buna rağmen hristiyanlar, râhiplerine körü körüne tâbî olur*lar. Hristiyanlığın kutsal kitabı peygamberlere atılan birçok iftirâ ve günah yakıştırmaları ile dolu iken hiçbir nebevî husûsiyeti bu*lunmayan Papa mâsum ve günahsız kabûl edilir. Onların her yaptığı iş doğru görülür.
Câlib-i dikkattir ki, kendilerini Allâhın emirlerini yerine getirmeye çağıran Allâhın seçtiği peygamberlere, onların ilâhî dâvetleri nefislerine zor geldiği için, zinâ, içki içme, yalancılık, sahtekârlık, putperestlik vb. çirkin vasıfları isnâd etmek sûretiyle peygamberlik müessesini hafife alan hristiyanlar[23], kendilerinin seçtiği sıradan bir insan olan Papaya karşı aşırı derecede ulvî husûsiyetler atfederek onu kendilerince yüceltmişlerdir.[24]
Kurân-ı Kerîmde buyrulur:
اتَّخَذُواْ أَحْبَارَهُمْ وَرُهْبَانَهُمْ أَرْبَابًا مِّن دُونِ اللّهِ وَالْمَسِيحَ ابْنَ مَرْيَمَ وَمَا أُمِرُواْ إِلاَّ لِيَعْبُدُواْ إِلَـهًا وَاحِدًا لاَّ إِلَـهَ إِلاَّ هُوَ سُبْحَانَهُ عَمَّا يُشْرِكُونَ
(Yahûdîler) Allâhı bırakıp bilginlerini (hahamlarını); (hristiyanlar) da râhiplerini ve Meryem oğlu Mesîhi
rabler edin*diler. Hâlbuki onlara tek ilâha kulluk etmeleri emrolundu. Ondan başka ilâh yoktur. O, bunların ortak koştukları şey*lerden uzaktır. (et-Tevbe, 31)
Âyette buyrulan hakîkatin diğer bir tezâhürü olarak da hristiyanlar, insan hakkında da hatâlı mütâlaalarda bulunmuşlar*dır. Onlara göre insanın rûh ve bedeni birbirinden ayrıdır. Rûhu ancak papazlar temizler. Beden ise ekseriyetle, günahkâr ve çirkin bir varlık olarak kabûl edilir.
Hâlbuki bu ifâdeler, zübde-i âlem (âlemin özü) olarak yaratılan ve eşref-i mahlûkât (yaratılanların en şereflisi) olan insan için haksız îzahlardır. Bunun doğrusunu Kurân-ı Kerîm şöyle beyân buyurur:
لَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنسَانَ فِي أَحْسَنِ تَقْوِيمٍ
Şüphesiz Biz insanı en güzel bir biçimde (ahsen-i takvîm üzere) yarattık. (et-Tîn, 4)
Şeyh Gâlib, bu hakîkati ne güzel ifâde eder:
Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen,
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen!..
(Gönül gözü ile bir bak kendine. Yaratılanların özüsün sen. Kâ*inâtın gözbebeği olan insansın sen.)
Çünkü böyle mükerrem yaratılmış bulunan insan, kudret-i ilâhiyyenin binbir nakışı ile müzeyyen olan bu âlemde ilâhî sanatın zirvesini teşkîl eder.
Ancak bu yüce zirveye lâyık bir îman ve ibâdet hayâtı içinde olmayanlar, yaratılışlarındaki ulvî vasıfları kaybederler. Netîcede Cenâb-ı Hakkın esfel-i sâfilîn
(aşağıların en aşağısı) ifâdesiyle tavsîf buyurduğu bir hâle düşerek ilâhî emâneti zâyî etmiş olur*lar. Yoksa her insan başlangıçta:
وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنِي آدَمَ
Biz, hakîkaten insanoğlunu mükerrem (şan ve şeref sâhibi) kıldık (el-İsrâ, 70) âyetindeki hakîka*tin muhâtabıdır.
Hristiyanlar, İncîllerden çeşitli deliller getirerek Hristiyanlığın sevgi ve barış dîni olduğunu ileri sürerler. Ancak muharref İncîllerde bunu nakzeden ifâdeler de vardır: Meselâ Luka Hazret-i Îsâdan şöyle bir söz nakleder:
Lâkin üzerlerine kral olmamı istemeyen o düşmanlarımı buraya getirin ve öldürün! (Luka, 19/7)
Yine Pavlosun mektuplarında şöyle denir:
Çünkü bütün düşmanları kendi ayakları altına koyuncaya kadar onun saltanat sürmesi lâzımdır! (Korintoslara Mektup, 1/15)
Başka bir yerde de Hazret-i Îsâ şöyle der:
Yeryüzüne selâmet getirmeye geldim sanmayın. Ben selâmet değil, fakat kılıç getirmeye geldim. Çünkü ben, adamla babasının, kızla anasının, gelinle kaynanasının arasına ayrılık koymaya geldim! (Matta, 10/34-35)
Ayrıca Hristiyanların kabûl ettiği Eski Ahitte şöyle denir:
Ancak Tanrının sana mîras olarak vermekte olduğu bu kavimlerin şehirlerinden nefes alan kimseyi sağ bırakmayacaksın. Fakat onları Rabbin sana emrettiği gibi tamâmen yok edeceksin. (Tesniye 20/16-17)
Şimdi git (o zamanki düşman bir kavim olan) Ameleki vur. Onların her şeyini tamâmen yok et. Ve onları esirgeme ve erkekten kadına, çocuktan emzikte olana, öküzden koyuna, deveden eşeğe kadar hepsini öldür! (I. Samuel,15/2-3)
Görüldüğü üzere Hristiyanlığın tahrîf edilmiş kutsal kitabında sevgi ve barış mesajını gölgede bırakacak şekilde şiddet ve zulüm ifâdeleri bulunmaktadır.
İslâmda harbin nasıl olması gerektiği ise Kurân-ı Kerîmde şöyle beyân edilir:
وَقَاتِلُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ الَّذِينَ يُقَاتِلُونَكُمْ وَلاَ تَعْتَدُواْ إِنَّ اللّهَ لاَ يُحِبِّ الْمُعْتَدِينَ
Sizinle savaşanlarla Allâh yolunda savaşın. Aşırı gitmeyin. Doğrusu Allâh haddi aşanları sevmez. (el-Bakara, 190)
İslâmda savaş, Allâhın dînini tebliğ için yapılır. Düşmanlarla savaşmayı emreden âyetler, sâdece harp îlân edilmiş kişilere, bilfiil savaşanlara yöneliktir. Savaşmayan kadın, çocuk, yaşlı ve hasta gibilere dokunulamaz, hattâ hayvanlar öldürülemez, yaş ağaçlar kesilemez, ekinlere zarar verilemez.
Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-, diğer peygamberler gibi Allâhın haram kıldığını haram, helâl kıldığını helâl kılan ve üm*metine de bunları emreden bir peygamberdi. Onun da, haram*ların dışında dînin özüne uymayan, fakat doğru gibi görünen amelleri, yâni bidatleri reddetmiş olduğu muhakkak iken, bugünkü Hristiyanlıkta günahlar ibâdet hâline getirilmiştir. Bunlar*dan biri de İşâ-i Rabbânîdir.
İşâ-i Rabbânî, Îsâ -aleyhisselâm-ın son gece yediği yemeği sembolize etmek üzere, ekmeği kırıp üstüne şarap döke*rek yemektir. Güyâ burada ekmek, Hazret-i Îsânın etini, şarap da kanını temsil etmektedir. Hristiyanlar, bunları yiyerek Hazret-i Îsâ ile bütünleştiklerine inanmaktadırlar. Evharistiya olarak da bilinen bu âyin, vaftizden sonra gelen en önemli ibâdettir. Bu âyin bütün hristiyanlar tarafından îfâ edilmektedir.
Önceleri senede bir defa yapılırken, sonradan her hafta yapılmaya başlanmış ve Hristiyanlığın bir akîdesi hâline gelmiştir. Böyle bir ibâdet vesîlesiyle bir nevî ulûhiyete iştirâk etme inancı, ilâhî tevhîdin hiçbir şekilde müsâmaha etmeyeceği bir şirk koşma çeşididir.
Hristiyanlıkta ibâdet daha çok duâ ve Tanrı adına okunan bir takım ilâhîlerden ibârettir. Ekmek-şarap âyini veya ibâdeti dışında İslâmda olduğu gibi namaz, oruç, hac ve benzeri mecbûrî ibâdetler yoktur. Hristiyanlıkta oruç, sadece perhizden ibâret kabûl edilmiştir. Nefsin arzu ettiği bazı yiyecek ve içecekler oruç esnâsında alınamaz, ancak hafif kahvaltı yapılabilir veya hafif bir akşam yemeği yenebilir.
Allâh Teâlâ, hristiyanların dinlerine dâhil ettikleri bu ve benzeri inançların bâtıl olduğunu ve onlara emredilenin bunlar olmadığını beyân ile şöyle buyurur:
وَمَا تَفَرَّقَ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ إِلَّا مِن بَعْدِ مَا جَاءتْهُمُ الْبَيِّنَةُ
(4)
وَمَا أُمِرُوا إِلَّا لِيَعْبُدُوا اللَّهَ مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ حُنَفَاء وَيُقِيمُوا الصَّلَاةَ وَيُؤْتُوا الزَّكَاةَ وَذَلِكَ دِينُ الْقَيِّمَةِ
(5)
Kendilerine Kitâb verilenler, o açık delîl (Hazret-i Pey*gamber ve İslâm) kendilerine verilmesine rağmen ayrılığa düştüler. Hâlbuki onlara, ancak, dîni yalnız Allâha has kıla*rak ve hanîfler olarak Allâha kulluk etmeleri, namaz kılmala*rı ve zekât vermeleri emrolunmuştu. İşte sağlam din de budur! (el-Beyyine, 4-5)
Bütün bu anlatılanların yanında Hristiyanlığın en büyük handikapı dinlerine yine sonradan eklenen teslîs akîdesidir. Nitekim Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, İslâma dâvet için hristiyan krallara gönderdiği mektuplarda bu husus üzerinde durmuştur. Bizans İmparatoru Herakliyüse gönderdiği mektup şöyledir:
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
Allâhın kulu ve Rasûlü Muhammedden, Romalıların büyü*ğü Herakliyüse!
Hidâyete tâbî olanlara selâm olsun!
Ben seni İslâma dâvet ediyorum. İslâma gir ki, selâmete eresin ve Allâh da sana ecrini iki kat versin! Eğer kabûl etmez*sen, (teban olan) çiftçilerin günâhı senin boynunadır.
Ey kitâb ehli! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze geliniz: Allâhtan başkasına tapmayalım; Ona hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allâhı bırakıp kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın! Eğer yüz çevirirlerse, işte o zaman: «Şâhid olun ki, biz müslümanlardanız!» deyiniz! (Âl-i İmrân, 64)