Hitit Anıtlarında ve Arkeolojik Tasvirlerde Bir Hitit Güneşi Var Mıdır?
Anıtlarda ve arkeolojik buluntularda “Hitit Güneşi” olmaya en yakın aday kanımca Yazılıkaya’nın A galerisindeki 34 no’lu figürde gösterilen Güneş Tanrısı tasviridir. Bu Güneş Tanrısı’nın başı üzerinde gösterilen kanatlı güneşe de Hitit Güneşi denilebilir. Bu kanatlı güneş daima Hitit krallarının ad yazılışlarının üstünde görüldüğüne göre bu tasvirde Hitit Güneşi demek yanlış olmayacaktır.
Buraya kadar yazdıklarımızı özetlersek şunları söyleyebiliriz: Hitit metinlerinde “Hitit Güneşi diye bir kavram yoktur. Hititoloji ile ilgili bilimsel yapıtların Hititoloji ile ilgili bilimsel yapıtların hiçbirinde de bir “Hitit Güneşi” kavr***** rastlanmıyor. Sağlık bakanlığının karşısındaki anıt bir Hitit yapıtı olmadığı gibi bir Hitit yapıtına da dayanmıyor. Onun için bu anıta “Hitit Güneşi” demek doğru değildir. Bu anıt Hattı Uygarlığı’nın dikkate değer örneklerinden birine dayanılarak yapılmıştır. Hatti Uygarlığı eski bir Anadolu uygarlığıdır ve biz bu uygarlığın mirasçılarıyız. Ayrıca bu uygarlık bize düşündüğümüzden daha yakındır. Çünkü Hattililerin dili Türkçe gibi aglütinant bir dildir. Dilleri dilimize akraba olan ve yaşadığımız topraklarda uygarlık yaratmış olan Hattililere ait bir yapıtı, “Türk değildir” diye ortadan kaldırmak, anlamsız bir davranıştır.
Artık Ankara’nın simgesi haline gelmiş olan bu anıtı yok etmek eski Anadolu Uygarlıkları’na karşı olduğu gibi, Alacahöyük kazılarını başlatan ve mali açıdan destekleyen Atatürk’e karşı da büyük bir saygısızlık olur. Anıtın yerinde kalması başkent halkının eski Anadolu Uygarlıkları’na saygısının ve sevgisinin önemli bir göstergesi olacaktır.
Hitit Evleri ve Yaşantıları
Boğazköy tabletlerinden elde ettiğimiz bilgilere göre, bir Hitit ailesi on kişiden oluşuyordu. On kişi arasında anne, baba, çocuklar, büyükanne ve büyükbaba vardı. Maşat tabletleri üzerinde yaptığımız incelemelere göre orta büyüklükteki bir Hitit kasabasının nüfusu üç bin kişi kadardı. Hattuşa ve Kargamış gibi büyük metropollerinin nüfuslarının otuzar bin kişi olduğunu sanıyorum. Boğazköy’de yapılan kazılarda sur içinde şimdiye kadar tapınaklar ve saraylar gibi resmi yapılar ortaya çıkartılmıştır. Yukarı şehir denilen bölgede otuz tapınak bulunmuştur. Bu tapınakları kazının başkanlığını yapmış olan Dr. Peter Neve incelemiş ve yayımlamıştır.
Büyükkale’de sur içinde Hitit krallarının sarayları bulunmuştur. Ancak şu ana değin hiçbir özel ev ortaya çıkarılmamıştır: Halkın yaşadığı evler muhtemelen sur dışında olmalıdır. Kültepe’de aşağı şehirde, “karum” da tüccarların evleri bulunmuştur. Konya Karahöyük’te de bugüne kadar yaptığımız kazılarda halkın yaşadığı özel evlere rastlanmıştır. Erken Hitit Çağı’na ait olan Karahöyük’ün I. tabakasında paralel yollar arasında sırt sırta konuşlanan, aglütinant bitişik sistemde yapılar bulunmuştur. Bu evler, taş temel üstüne, üzerine ağaçtan bir hatıl konularak ve bunların da üstüne ker*** duvarlar örülerek yapılmıştır. Ker*** yapılar günümüzdeki Anadolu köylerinde olduğu gibi kışın soğuğa karşı, yazın sıcağa karşı insanları koruyordu. Evler genellikle tek katlıydı. Nadiren de olsa iki katlı evlere rastlanmıştır. Evlerin kapı ve pencere aksamları bulunamamıştır. Bunlar büyük olasılıkla ağaçtandı, birkaç yarde de kapılara ait söve taşları ele geçirilmiştir. Yapıların çatıları ağaçlarla örtülmüş, üzerlerine de bugünkü Anadolu köylerinde olduğu gibi ot ya da kamış serilmiştir. Kamışların üstüne de çamurdan düz bir çatı inşa edilmiştir. Yine günümüzün Anadolu köylerinde olduğu gibi yazın sıcak günlerde yaşam çatıda sürmüştür.
Hitit aileleri, Hititlerde Dans ve Müzik kitabımda görüleceği gibi toplumsal etkinlikler düzenliyorlardı. Bunlar arasında dans ve müzik de vardı. Bu etkinlikler herhalde evlerin düz çatıları üzerinde gerçekleşiyordu. Yazın sıcak gecelerinde, Hitit aileleri çatının üzerine hasırlar seriyorlar, bunların üzerine koydukları yataklarda serinlik içinde uyuyor olmalıydılar. Gündüzleri de şarkı söylüyor, çalgı çalıyor ve oyunlar oynayarak dans ediyorlardı. Hititlerin birçok müzik aletini ve bu arada saz, lir ve çalpara çaldıklarını çok iyi biliyoruz.
Günümüzdeki sazın Hitit Çağı’ndan kalma olduğunu sanıyorum. İnandık’ta bulunmuş vazonun üstten ikinci frizinde yer alan tapınak tasviri, Hititler dönemi’nde düz çatı üzerinde saz çalınmasına görsel örnek oluşturmaktadır.
Karahöyük’te binaların birden fazla katlı olduğunu gösteren ker*** merdivenler de bulunmuştur. Evlere, sokağa açılan bir avludan geçilerek girilmekteydi. Buradan kapılar aracılığıyla mutfak ve odalara ulaşılıyordu. Odaların içinde ker***ten sekiler inşa edilmiş, ayrıca duvar kenarlarına tahıl küpleri dizilmiştir. Mutfakta ocaklar bulunmuştur ve yine aynı bölgede, pişmekte olan yemeğe ait bir seramik tencere de ele geçirilmiştir.
Hititlerin çok zengin bir seramik repertuarı vardır. Bunların arasında çömlekler, çanaklar, tabaklar, bardaklar, fincanlar ve üzüm salkımı şeklindeki lambalar yer alıyordu. Lambaların içinde fitillerin kalıntıları bulunmuştur. Bu lambaların bazıları aplik biçiminde duvara asılıyordu. Günümüz avizelerinin öncülerinin üzüm salkımı biçimindeki Karahöyük lambaları olduğu düşünülebilir.
Ayrıca iki kulplu kantharoslar ve tanrılara içki sunmaya yarayan gaga ağızlı testiler vardı. Gaga ağızlı testinin Hititçe’sinin İşpantua olduğunu saptadım; İşpantua “şipant” fiilinden türetilmiştir. Karahöyük kaplarını yaratan ustalar olağanüstü hünerli kişilerdi. Bunların kantharos örneklerinin bazılarının kâğıt kadar ince olması, bu ustaların ne kadar becerikli kişiler olduğunu göstermektedir.
Karahöyük’ün en önemli buluntuları arasında at nalı biçimindeki ocaklar ya da altarlar sunaklar yer almaktadır. Kilden yapılmış olan bu sunakların içleri ve dışları konsantrik dairelerle bezenmiştir. Bu daireler de Karahöyük’te örnekleri bulunan iri mühürlerin damgalarından üretiliyordu. Karahöyük sunaklarının çok yakın benzerleri, Beycesultan ve Kussura kazılarında bulunmuştur. Bunlar Hitit evlerinin en kutsal bölümlerindeydi ve önlerinde, duvar önüne yerleştirilmiş mermerden, dikdörtgen biçimde bir yükseklik de bulunmaktaydı. Bu yüksekliğe belki de tanrılara sunulan kurban malzemesi konuluyordu.
Hititlerin en önemli uğraşları arasında yiyecek ve içecek üretmek yer alıyordu. Kazılarda, tahıl ezmek için kullanılan havan taşları ve taştan topuzlara sık sık rastlanmıştır. İçecekler arasında su, bira ve şarap yer alıyordu. Boğazköy tabletlerinde tanrılara şarap, bira sunulduğuna dair pek çok kayıt vardır.
Höyükler ve eski yerleşim bölgeleri su kaynaklarına yakın yerlerde kuruluyordu. Boğazköy’de su, yüksek yerlere künkler vasıtasıyla getiriliyordu ve yalnız içmek için değil, aynı zamanda yıkanmak içinde gerekliydi.
Hitit tapınağında kralın yıkanması için bir banyo odası vardı. Kral ve kraliçe gün ağarırken iç ev denilen yatak odasından banyo odasında geçiyor ve kült görevlerine başlamadan önce yıkanıyorlardı. Hititçe warp-sözünün “yıkanmak, banyo yapmak” anl***** geldiğini biliyoruz. Kral ve kraliçe bundan sonra tören giysilerini ve renkli ayakkabılarını giyiyor, kulaklarına küpeler takıyorlardı.
Tapınaklarda perdeler bulunuyordu, sabah ilk olarak kült salonu açılıyor ve deriden perdeler çekiliyordu. O devirde henüz cam yoktu.
Karahöyük’teki erken Hitit Çağı’na (koloni dönemi) ait sarayın banyo odasında çok güzel bir banyo kabı bulunmuştur. Karahöyük’te bulunan bu banyo kabı Girit’te Phaistos sarayında bulunan banyo küvetlerini anımsatmıştır. Bir de bunun küçük örneği bulunmuştur. Kabın içinde bir oturma yeri, ayrıca banyo kabı içinde bir de su dökmek için seramikten bir tas ele geçmiştir. Bu çağda yıkanma gereksinimi herhalde taşıma suyla karşılanıyordu. Hititler, temizliğe çok önem veriyorlardı. Tanrılara yaklaşmak için temizlik bir koşuldu. Tırnakların kesilmesi gerekiyordu ve Hitit kralı, içme suyu içinde bir saç ya da bir kıl parçası bulduğu taktirde buna neden olanlar şiddetle cezalandırılıyordu.
Karahöyük kazı buluntuları arasında, çekmece, sandık gibi çeşitli ahşap eşyanın üzerine takılan çok sayıda kemik şeride rastlanmıştır. Üzerleri değişik süslerle bezenmiş olan bu şeritlerin benzerleri Alişar ve Kültepe’de de bulunmuştur. Ancak mobilya parçaları ve ağaçtan yapılmış eşyalar ne yazık ki yangınlarda korunamamıştır.
Samuel Henry Hooke, ORTADOĞU MİTOLOJİSİ
Hitit Mitolojisi
Geçtiğimiz (ondokuzuncu) yüzyılın ortalarına dek, Hititler hakkında tüm bilgimiz, Kitabı Mukaddes’in “Eski Ahit” bölümünde İsrail oğullarının yerleşmelerinden önce Kenan ülkesinde yaşamakta olan halklar sayılırken onların adlarının da geçmesiyle sınırlıydı. Abram (İbrahim) Hebron’un yakınındaki Magpela mağarasını Hititlerden satın aldı ve Hitit ordusunun yaklaşması, Suriyelilerin, İsrail krallığının Omri hanedanı zamanında, krallığın başkenti Samiriye (Samarra) üzerindeki kuşatmalarını kaldırmalarına neden oldu. Peygamber Hezekiel, Yeruşalim (Kudüs) halkını Hitit soyu olmakla kınadı. Ne var ki, son yarım yüzyıl içinde, Wincler’in Hattuşaş kentinde, yani Hitit imparatorluğunun eski başkentinin ören yeri olan Boğazköy’de yaptığı kazı ve birçok bilginin Hitit çivi yazısını çözüp çevirme yolunda verdiği büyük emekler, (kendileri bu adı kullanmamakla birlikte) Hititlerin M.Ö. 3. bin yılın başlarında Anadolu’ya yerleşen, M.Ö. 1225 yılına dek süren bir imparatorluk kuran ve eskiçağ Yakın doğusu politikasında çok önemli bir rol oynayan, Sami asıllı olmayan istilacılar olduklarını ortaya koymuş bulunmaktadır. Boğazköy arşivlerinde on binden fazla tablet bulundu ve bu önemli yazın yığını içinde, hakkında şimdi bazı açıklamalarda bulunmamızı gerektiren ilginç mitolojik malzeme de çıktı. Hitit çalışmalarının daha emekleme evresini aşmış olmadığı söylenebilir ve bugüne dek bulunmuş olanlardan daha fazla mithos gün ışığına çıkarılabilir; ama bugün elimize geçmiş bulunup Hitit bilginlerinin becerileriyle yararlanmamıza sunulanlar bile, Babilonya dilinin üzerlerindeki etkisini göstermektedir; söz konusu mithosların kendilerine özgü son derece farklı bir karakter taşımaları, bu gerçeği değiştirmez. Bu mithosların kendilerine özgü nitelikleri, içlerinde, buraya dek ele aldığımız ülkelerin mithoslarından çok daha fazla folklor öğesi bulunması ve bazı bildik Avrupa halk öykülerinin ve Marchen’inin geçmişlerinin, bu ilginç Hitit mithos ve efsanelerine dek izlenebilmesi gibi özellikler taşımalarıdır.
Hititlerin kökenleri, dinleri, yazınları ve sanatları daha fazla bilgi edinmek isteyenler, Dr. O. Gurney’in The Hittites adlı, Pelikan basımı kitabında, konunun, hayran kalınacak bir yetkiyle kotarılan sunuluşunu bulacaklardır.
Hitit mitolojisinin temel niteliklerini göstermek için burada ele alınan üç mithos, Profesör Albrecht Goetze tarafından çevrilmiş olup, özetlenmiş biçimleri, Pritchard’ın bu tür çalışmalarda onsuz edilemez derlemesi olan, The Ancient Near Eastern Texts Relating to the Old Testament başlığını taşıyan, buraya dek sık sık göndermede bulunduğumuz yapıtında görülebilir.
Ullikummi Mitosu
Bu mithosun temelinde yatan, daha önce Akad ve Ugarit mithoslarında karşılaştığımız, yabancımız olmayan motif, yaşlı ve genç tanrılar arasındaki rekabettir. Anus, yani Akadca’da adı Anu olarak geçen gök-tanrı, babası Alalus’u (Alalu) tahtından uzaklaştırmıştır; ve daha sonra da kendisi oğlu Kumarbis (Kumarbi) tarafından tahttan indirilmiştir. Kumarbi’nin Anu ile kavgaları sırasında, Fırtına-tanrının (Teşup) doğmasıyla sonuçlanan bazı gelişmeler görülür ve baba ile oğul arasındaki bitimsiz çatışma [bu kez Kumarbi ile oğlu fırtına tanrısı arasında] yenilenir. Mitos, Kumarbi’nin Fırtına tanrıya bir rakip yaratmak için bazı yollara başvururken gösterilmesiyle başlar. Habercisi (ulağı) İmbaluri’yi öğüdünü alabilmek için “Deniz”e gönderir. Deniz-Tanrıça Kumarbi’yi evine çağırır ve onun için bir şölen hazırlar. Tanrıçanın verdiği öğüdün bir ürünü olarak, Kumarbi, veziri, Nikisanu’yu “Sular” a gönderir. Bundan sonrası pek açık değildir; daha sonra Kumarbi’nin, olasılıkla Yer-Tanrıça’dan bir oğul sahibi olduğunu duyarız. Oğluna Ullikummis adını verir ve İmbaluri’yi, olasılıkla yer altı tanrıları olan İrsirra’lara gönderir ve bu tanrıların Ullikummis’i karanlık toprağa alıp, onu üzerinde ulu bir diorit taşı sütunu olana dek büyüyeceği yer olan Ubelluri’nin sağ omuzu üzerine koymalarını buyurur. Ubelluri, Atlas gibi, dünyayı omuzlarında taşıyan bir tanrıdır. Daha sonra Ullikummi’nin büyümesi anlatılır. Denizden, boyu 9000 fersah ve çevresi 9000 fersah olana dek bir kule gibi yükselir. Tanrıların dehşetle açılan gözleri önünde (başı) göğe ulaşır. [Öyle ki] Fırtına-tanrı’nın eşi Hepat [gittikçe büyüyen Ullikummi’nin iteleyip yerini doldurmasıyla] tapınağından sürülür. Kocasına bir haberci gönderir ve bu haberci, tanrıça’nın kocası Ea’nın evi olan Apsu’ya gidip, Ea’nın yardımını ister. Burada, Akad yaratılış destanından malzeme alma durumu apaçıktır. Tanrıların meclisinde, Ea tanrılara, insanlığın bu canavarca varlık tarafından yok edilmesine niçin izin verdiklerini sorar. Oysa Enlil nelerin olup bittiğini bilmemektedir. Ea, Ubelluri ile görüşmek üzere ona gittiğinde, Ubelluri’nin de sırtında taşımakta olduğu fazladan yükün ne olduğunu bilmediğini görür; bunun üzerine sağ omuzunda dikilmekte olan diorit-adamı görebilmesi için, Ubelluri’yi kendi çevresinde onu görmesini sağlar. Daha sonra Ea, tanrıların ambarlarından, geçmişte yer ile göğü birbirlerinden ayırmış olan eski bakır bıçağı getirmek için yaşlı tanrılara başvurur. Bu yolda Ea’nın şunları söylediğini görürüz: “Dinleyin, siz ey eski tanrılar, siz eski sözleri bilen eski tanrılar. Babaların ve ataların eski ambarını açın.babaların eski mühürlerini getirsinler ve sonra onlar [kapılar] gene o mühürle mühürlensin. Gök ile yeri kesip birbirinden ayırdıkları eski bakır bıçağı çıkarsınlar. Kumarbi’nin tanrılara karşı koyacak bir rakip olarak yarattığı diorit-adam Ullikummi’nin ayaklarını kesip koparsınlar.” Daha sonra Ea, korkuya kapılmış tanrıların meclisinde, Ullikummi’yi sakatladığını bildirir ve kendilerinin öne çıkıp bu dev ile savaşmalarını önerir. Fırtına-tanrı, savaş arabasına atlar ve arabasını Ullikummi ile savaşmak üzere ileri sürer. Tablet burada kopuktur; ama yitik bölümünde Fırtına-tanrının kazandığı zaferin anlatıldığından kuşkulanmak için ortada bir neden yok. Burada, Kitabı Mukaddes’in “Daniel” kitabında karşılaştığımız, Nebukadretzar’ın ulu heykelinin, dağdan, el değmeden kesilmiş taş tarafından yıkılışının anlatıldığı düşü anımsatan bir yankı bulunsa gerek. Orada taş, heykeli, demirden ve balçıktan yapılmış ayaklarından vurup, onu yıkmaktadır. Ullikummi mithosu aynı zamanda, insanlığın yok edilmesi girişiminin bir başka versiyonunu sunmaktadır; ve bu girişimin, Ea’nın işe karışmasıyla başarıya ulaşamadığı anlatılmaktadır.
İlluyanka Mithosu
Bu mithos, bir daha eski, bir de daha yeni versiyonu olmak üzere, iki versiyonuyla elimize geçmiş olup, Ejder İlluyankas’ın öldürülüşüyle ilgilidir. Bir önce ele aldığımız Hitit mithosunda olduğu gibi, bunda da birçok folklor motifi bulunmaktadır. Daha eski versiyonunun başındaki sunuş niteliğindeki notta, bunun, göğün fırtına-tanrısının Purilli Şenliği’nin kült efsanesi olduğu ve bu versiyonun artık anlatılmadığı söylenmektedir. Söz konusu olan [Purilli] olasılıkla yeni yıl şenliğidir ve söz konusu mithosun Babilonya yaratılış destanında kutlanan, ejder Tiamat’ın öldürülüşü mithosu ile bağlantısı vardır. Eski versiyonda Ejder İlluyankas, fırtına-tanrıyı yenilgiye uğratmaktadır. Bunun üzerine bu tanrı, yardım istemek için tanrılar meclisine başvurur; ve tanrıça İnaras, ejdere karşı bir tuzak hazırlar. Birçok kabı şarapla ve çeşitli içkilerle doldurur ve kendisine yardımcı olması için Hupasiyas adında birini çağırır. Adam, tanrıçanın kendisiyle uyuması (yatması) koşuluyla ona yardımcı olmayı kabul eder. Buna uygun olarak, Tanrıça onun kendisiyle uyumasına izin verir; tanrıça daha sonra onu ejderin kovuğunun yanında bir yere saklar; kendisi ise, süslenip güzelleşir ve ejderi çocuklarıyla birlikte dışarı çıkmaya kandırır. Ejder ve çocukları tüm kapları dibine dek içip boşaltırlar [şiştiklerinden ya da sarhoşluklarından] kovuklarına geri dönemeyecek duruma gelirler. Bunun üzerine Hupasiyas, saklandığı yerden çıkar, ejderi bir ip ile bağlar ve fırtına-tanrı, öteki tanrılarla gelip, ejder İlluyankas’ı öldürür. Bundan sonra, mithosun geri kalan bölümüyle hiçbir ilişkisi görülmeyen ve salt folklor niteliği gösteren bir episod gelir. Buna göre, tanrıça İnaras, Tarukka ülkesinde bir kayanın üzerinde kendisine bir ev yapar ve Hupasiyas’ı içine yerleştirir. Kendisi evde değilken pencereden dışarı bakmaması yolunda onu uyarır; çünkü bakarsa ******** ve çocuklarını görecektir. Tanrıça’nın evde bulunmadığı yirmi gün geçtikten sonra, Hupasiyas pencereden dışarıya bakar ve ******** ve çocuklarını görür. İnaras dönünce, Hupasiyas, ondan, karısına ve çocuklarına geri dönmesine izin vermesini diler; bunun üzerine Tanrıça, buyruklarına uymadığı için onu öldürür. Mithosun bu eski versiyonunun bundan sonraki bölümünde neyin anlatıldığı anlaşılır durumda değildir; ama kralın Purilli şenliğinde, olayların çevresinde döndüğü odak konumunda önemli bir yere sahip olduğuna değinişte bulunuyor görünür. Bir ölümsüzün ölümlüye karşı duyduğu aşk ve ölümlünün ülkesine dönme isteği, birçok ülkenin folklorunda karşılaşılan bir temadır.
İlluyankas mithosunun daha sonraki bir tarihten kalma versiyonu, daha önceki versiyonunda bulunmayan bazı özellikler gösterir. Bu versiyonda ejder, fırtına-tanrıyı yenince, onun yüreğini ve gözlerini alıp götürür; ki bu Horus ile Set arasındaki, Horus’un gözlerinden birini yitirmesine yol açan kavgayı anlatan Mısır mithosunda yankısı bulunan bir ayrıntıdır. Ejderden öcünü alabilmek için fırtına-tanrı, yoksul bir adamın kızını eş olarak alır ve ondan bir oğlu olur. Bu oğlan büyüyünce ejder İlluyanka’nın kızı ile evlenir. Fırtına-tanrı oğluna, ********n evine gittiği zaman yüreğini ve gözlerini istemesini söyler. Oğlu, babasının dediğini yapar; babasının yüreği ve gözleri kendisine verilir; o da bunları babasına geri verir. Fırtına-tanrı yitirdiği organlara yeniden kavuşunca, silahlanır ve ejder ile savaşmaya gider; tam ejderi öldürecekken, oğlu “Beni de onunla birlikte öldür; beni esirgeme” diye bağırır. Bunun üzerine fırtına-tanrı, ejder İlluyanka’yı öldürdüğü gibi kendi oğlunu da öldürür ve böylece ejderden öcünü almış olur. Tablette burada uzunca bir kopukluk vardır ve metin yeniden göründüğünde, içinde sonucunda tanrıların rütbelerinin ve mertebelerinin saptanacağı bir rekabetin ya da yarışın bulunduğu bir ritüelden söz edilmekte olduğu görülür. Babilonya yeni yıl şenliği ritüelinin nasıl yürütüleceğini açıklayan parçada, Marduk’un oğlu Nabu’nun, tanrı Zu’yu yendiği bir koşu yarışına değinilir; ki bu, ölen tanrının dirilişiyle bağlantılı bir olaydır. Bu durumda, İlluyankas mithosunun hem eski, önceki, hem sonraki versiyonu, Babilonya’nın, yeni yıl şenliğinde okunan ejder Tiamat’ın öldürülmesi mithosunun, Hitit Purilli şenliği ritüelini etkilediğini gösterdikleri söylenebilir.
Telepinu Mithosu
Bu mithos, Tammuz’un yer altı dünyasında başından geçenleri anlatan mitosla ve Ugarit mitolojisinde Baal’in ortalıktan yok oluşuyla aynı temayı işlemektedir. Tanrının yok oluşu, hem bitkilerde hem sığırlarda olmak üzere, verimliliğin her alanda düşüşüne, doğurganlığın yok oluşuna yol açar. Mithos, ortalıkta birkaç biçimiyle dolaşmış görünür; ve yok olan tek, belli bir tanrı değildir (çeşitli versiyonlarında) içlerinde Güneş-tanrının da bulunduğu, çeşitli tanrıların yok oluşundan söz edilir; ama burada verilen anlatımın dayandığı ana metinde, mithosun ana kahramanı Telepinu’dur. Bu mithos, içinde yok olan tanrının geri dönmesini sağlamak için yapılan ritüelde bulunduğu için, aynı zamanda ritüel mithosları içine sokulabilir.
Metnin başlangıcı kırıktır; dolayısıyla tanrıyı neyin öfkelendirdiğini bilmeyiz. Öykünün örgüsü, Telepinu’nun öfkeden köpürür durumda gösterildiği noktada bilgimiz içine girer. Tanrı, ne yaptığını bilmeyecek derecede kızgın olduğunu belirten bir davranışla, ayakkabısının [çarığının] solunu sağ ayağına, sağını sol ayağına giyerken gösterilir. Telepinu, böylece bozkırın içlerine doğru uzaklaşır ve yiter. Kendisi yorgunluktan bitkin düşmüş ve uyuya kalmıştır. Sonra, Tanrı’nın yokluğunun etkilerini anlatan bir betimlemeyle karşılaşırız; ül***i bir sis kaplar; ocakta kütükler sönmüştür; sunaklarda [tapınaklarda] tanrılar suskundur; koyun kuzusuyla ilgilenmez ve inek buzağısına bakmaz olmuştur; ülkede kuraklık ve açlık vardır; öyle ki insanlar ve tanrılar açlıktan kırılmaktadır. Fırtına-tanrı, oğlu Telepinu hakkında kaygılanmaya başlar ve aramaya çıkar. Güneş-tanrı, her bir dağı ve her bir vadiyi araması buyruğunu vererek çevik kartalı gönderir; ama kartal yitik tanrıyı bulamadan döner. Sonra, tanrıça, Hannahannas, fırtına-tanrıyı, bir şeyler yapması için sıkıştırır. Fırtına-tanrı Telepinu’nun evine gider ve evin giriş kapısını döver; çekicini kırmaktan başka bir şey elde edemez; yitik tanrıyı bulamayıp aramaktan vazgeçer. Bunun üzerine, tanrıça Hannahannas, Telepinu’yu araması için Arı’nın gönderilmesini önerir; ama fırtına-tanrı bu düşünceyi alaya alır ve Arı’nın, büyük tanrıların bile başaramadıkları bir işi başarabilecek kadar büyük olmadığını söyler. Gene de Hannahannas, Telepinu’yu ellerinden ve ayaklarından sokup, gözlerine ve ayaklarına balmumu sıvayıp, onu temiz pak yapıp, tanrılara geri getirmesi buyruğuyla, Arı’yı gönderir. Uzun bir arayıştan sonra Arı, Tanrı’yı bulur ve Tanrıça’nın buyruklarını yerine getirir. Telepinu, uykusundan uyanmıştır; ama eskisinden daha da öfkelidir ve tanrılar ne yapacaklarını bilemezler. Bunun üzerine Güneş-tanrı, “insanı alıp getirin! O Ammuna dağı üzerindeki genç [kartal] Hattara’yı alsın, o tanrıyı taşısın! Onu kartalın kanadı ile taşısın” der. Burada bir tür ritüel söz konusu olabilirse de, bu ritüelin anlamı açık değil. Metinde karşılaştığımız, içinde sağaltma tanrıçası, Kamrusepas’ın çağırtılıp getirildiğinden söz edildiği anlaşılan bir kopukluktan sonra, bu tanrıçanın arınma ritüelini yürütüşü anlatılır. Telepinu, kartalın kanadında taşınarak ve gök gürültüsü ve şimşeğin eşliğinde döner. Kamruspas onu sakinleştirir ve öfkesini yatıştırır. Bu tanrıça, on iki koçun kurban edileceği bir tören yapılmasını buyurur. Meşaleler yakılıp, Tanrı’nın öfkesinin sönüşünü simgeleyerek, söndürülür. Daha sonra Telepinu’nun öfkesinin getirebileceği her türlü kötülüğün yer altı dünyasına sürülmesi amacıyla, anlaşılan daha önce sözü edilen “insan tarafından bir afsun okunur. Bu afsunun sözleri şöyledir “Kapı bekçisi yedi kapıyı açtı, yedi sürgüyü çekti. Kara toprağın dibinde tunç kazanlar duruyor; kapakları abaru metalinden, kulpları demirden. Oraya her kim giderse gitsin bir daha dışarı çıkamaz; orada yok olur. Telepinu’nun öfkesini, kızgınlığını, kötülüğünü ve çılgınlığını da alsınlar, oraya kapatsınlar!” Metin, Telepinu’nun evine dönüşü ve [ülkede] gönencin yeniden kuruluşu ile sona erer. Telepinu, kralla ve kraliçeyle ilgilenir ve onlara uzun ömür ve güç verir. Ritüelin sonunun ilginç bir özelliği, üzerine bir koyun postu asılmış bir direğin tanrının önüne dikilmesidir. Metnin son satırlarında, üzerinde asılı post ile bu direğin koyunların yağı, buğdayın taneleri, şarap, sığır, koyun, uzun yaşam ve çok çocuk anl***** geldiği açıklanır.
Telepinu’nun önüne dikilen direğin bir benzeri, yapraklarla süslenmiş ağaç biçiminin yanı sıra, genellikle her iki yanda bir tür ritüel eyleminde bulunan kimselerin gösterildiği Asur ve Babilonya mühürlerinde görülebilir. Bu bağlamda, Osiris ritüellerinde, ded ağacı yetiştirilmesinden söz eden metin de anımsatılabilir.
En önemli Hitit mithosları bunlardır. Dr. Gurney’in yetkin yapıtı Pelican basımı The Hittites adlı kitabında sözünü edip, konularını anlattığı başka mithos parçaları da bulunmuştur; ama burada anlatılanlar Hitit mitolojisinin karakterini yansıtmaya yetecek. Bunlar, Hitit mitolojisinin Babilonya mitolojisine olan apaçık bağımlılığını gösterdikleri gibi, aynı zamanda, Yunan ve Batı mitolojisinin ve folklorunun köklerinin büyük ölçüde bu ilginç Hitit malzemesine dek dayandığını da göstermektedir.