- Katılım
- 11 Ağustos 2012
- Mesajlar
- 2,733
- Beğeni
- 430
- Puanları
- 83
Hristiyanlara göre, Âdem -aleyhisselâm- ve Havvâ vâlide*miz cennette iken yasak meyveden yiyerek insanlık suçu işle*mişlerdir. (Tekvin, 3/24) Bu sebeple Allâh Teâlâ, onların neslinden gelen çocukla*rın hepsini ateşte yanmağa mahkûm etmiştir. Ancak Hazret-i Îsâ, insanlara acıdığı için, haç üzerinde çarmıha gerilmek sûretiyle bütün insanların suçunun kefâretini üzerine almış, kendini bu uğurda fedâ etmiştir. Böylece insanlar, kendilerine mîras kalan bu günahtan kurtulmuşlardır. (Romalılara Mektup, 3/23-26)
İşin aslının böyle olmadığını Allâh Teâlâ, Kurân-ı Kerîmde şöyle bildirir:
وَبِكُفْرِهِمْ وَقَوْلِهِمْ عَلَى مَرْيَمَ بُهْتَانًا عَظِيمًا
(156)
وَقَوْلِهِمْ إِنَّا قَتَلْنَا الْمَسِيحَ عِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ رَسُولَ اللّهِ وَمَا قَتَلُوهُ وَمَا صَلَبُوهُ وَلَـكِن شُبِّهَ لَهُمْ وَإِنَّ الَّذِينَ اخْتَلَفُواْ فِيهِ لَفِي شَكٍّ مِّنْهُ مَا لَهُم بِهِ مِنْ عِلْمٍ إِلاَّ اتِّبَاعَ الظَّنِّ وَمَا قَتَلُوهُ يَقِينً
(157)
İnkâr etmelerinden, Meryemin üzerine büyük bir ifti*râ atmalarından ve «Allâhın elçisi Meryem oğlu Îsâyı öldürdük!» de*meleri yüzünden (onları lânetledik). Hâlbuki Onu ne öldür*düler; ne de astılar. Fakat (öldürdükleri) onlara Îsâ gibi gös*terildi. Onun hakkında ihtilâfa düşenler, bundan dolayı tam bir kararsızlık içindedirler. Bu hususta zanna uymak dışın*da hiçbir (sağlam) bilgileri yoktur ve kesin olarak Onu öl*dürmediler. (en-Nisâ, 156-157)
بَل رَّفَعَهُ اللّهُ إِلَيْهِ وَكَانَ اللّهُ عَزِيزًا حَكِيمًا
Bilâkis Allâh, Onu (Îsâyı) kendi nezdine kaldırmıştır. Allâh izzet ve hikmet sâhibidir. (en-Nisâ, 158)
Hakîkat böyle olduğu hâlde, Allâhın, gazabını teskîn için oğ*lunu, hem de onun ceddinin yediği bir meyve yüzünden öldür*mesi akîdesi, ne kadar garip bir inançtır ki, bir başkasına âit meyve yeme suçunu ölümle ödetmektedir. Bir kulun günâhını diğer bir kula yüklemeyeceğini beyân eden Cenâb-ı Hakkın gön*derdiği bir dinde böyle bir inancın olması, ancak o dînin muharrefliği ile îzâh edilebilir. Üstelik bugün hristiyanlar, dinlerine dâvet eder*lerken, Hazret-i Îsânın kendisini fedâ ederek insanların günah*larını yüklendiğini ifâde etme gaflet ve zaafı ile, aslı tamâmen bozulmuş olan Hristiyanlığı, nefislere câzip hâle getirmeye ça*lışmaktadırlar.
Fakat düşünmek ve sormak lâzımdır ki, onlar, yasak bir meyvenin yenilmesini insanlık suçu kabûl ederken, kendilerinin yaptığı insanlık şeref ve haysiyetiyle bağdaşmayan nice zulüm*ler, inkârlar, isyanlar ve dile alınmayacak rezillikleri ile bedbaht*lıkları nasıl oluyor da tecvîz edebiliyorlar?!. Târihteki birçok em*sâlleriyle beraber son Bosna katliâmı ve benzerlerine hristiyanların seyirci kalması, papalık ve patriklik müesseselerinin de bu cinâyetleri suskunluk içinde geçiştirmeleri, bir merhamet peygamberi olan Hazret-i Mesîhin müntesibi olma iddiâsında bulunmakla kâbil-i telif midir? Kendilerinden olmadığı için hâmile kadınların karın*larını deşerken, küçücük yavruların kanlarını vahşîce akıtırlarken, hiç mi günah işlememiş oluyorlar?
Oysa Hazret-i Îsâ, insanların içinde en seçkin ve müm*taz bir makâmı ihrâz eden ve güzel ahlâkı tâlim için gelen, Allâhın indinde de her şeyiyle makbûl, yüce bir peygamberdir. Dolayısıyla Allâh Teâlânın, seçtiği ve sevdiği ülül-azm bir Rasûlünü, -o da ceddinin işlediği bir suç sebebiyle- çarmıha gerdirmek gibi bir azâba dûçâr etmesini, -inanmak bir tarafa- düşünmek bile, hem mümkün değil, hem de Cenâb-ı Hakka câhilâne ve münkirce ya*pılan bir zulüm isnâdıdır, izân dışıdır. Hâlbuki Allâh, peygamber*leri için nice şerefli ve ulvî rütbeler, makamlar, ihsânlar ve ikram*lar vadetmiştir. Kaldı ki, kendisine ilâhlık atfedilen Îsâ -aleyhisselâm-, şâyet iddiâ ettikleri gibi Allâh olsaydı, Allâhın, birkaç beşer elinde haça gerilecek kadar âciz olması düşünülebilir miydi?
Diğer taraftan Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-ın, başkalarının cezâlarını çekmesi husûsundaki meselenin ilâhî hükmüne bak*tığımızda ise, hakîkat bütün açıklığıyla ortaya çıkar. Allâh Teâlâ buyurur:
مَّنِ اهْتَدَى فَإِنَّمَا يَهْتَدي لِنَفْسِهِ وَمَن ضَلَّ فَإِنَّمَا يَضِلُّ عَلَيْهَا وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرَى وَمَا كُنَّا مُعَذِّبِينَ حَتَّى نَبْعَثَ رَسُولاً
Kim hidâyet yolunu seçerse, bunu ancak kendi iyiliği için seçmiş olur; kim de doğruluktan saparsa, kendi zara*rına sapmış olur. Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükü*nü üstlenmez! Biz, bir peygamber göndermedikçe (kimse*ye) azâb edecek değiliz. (el-İsrâ, 15)
Âyette günahkâra bile başkasının günâhının yüklenmeyece*ği bildirilirken, günahsız bir insana başkasının günâhının yüklen*mesi iddiâsı, ilâhî hakîkate, hattâ beşerî mantığa bile ne kadar da terstir! Kim, bir başkasının irtikâb ettiği, kendisiyle alâkalı olma*yan bir günahtan mesûl olmayı kabûl edebilir?!
Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-ın cennette yasak meyveye yaklaşması meselesinin hakîkatine gelince; bu onun için bir zelle, yâni gayr-i irâdî hatâdır. Bir bakıma da murâd-ı ilâhî îcâbı olarak ta*hakkuk etmiştir. Çünkü murâd-ı ilâhî; Âdem -aleyhisselâm- ve Havvâ vâlidemizin insan için yaratılan yeryüzüne inmeleri, ora*da insan neslinin çoğalması ve kıyâmete kadar bu neslin devâm etmesi, rûhunu yüceltip Rabbine yaklaştıranların tekrar Âdem -aleyhisselâm-ın geldiği mekân olan cennete döndürülmesi, nefsine aldananların ise, şeytanın arkadaşları olarak cehenneme girmesi idi.
Bu murâd-ı ilâhîyi, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle îzah buyurur:
Hazret-i Âdem ve Hazret-i Mûsâ -aleyhimesselâm- münâ*kaşa ettiler. Hazret-i Mûsâ, Hazret-i Âdeme:
«İşlediğin günahla insanları cennetten çıkaran ve onları şekâvete (bedbahtlığa) atan sen değil misin?» dedi.
Hazret-i Âdem de, Hazret-i Mûsâya:
«Sen, Allâhın risâlet vermek sûretiyle seçtiği ve husûsî ke*lâmına mazhar kıldığı kimse ol da, daha yaratılmamdan önce Allâhın bana yazdığı bir işten dolayı beni ayıplamaya kalk!.. (Bu olacak şey değil!)» dedi.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- devamla buyurdu ki:
Hazret-i Âdem, Hazret-i Mûsâyı ilzâm etti (cevap veremez hâle getirdi, susturdu ). (Buhârî, Kader, 11; Müslim, Kader, 13)
Diğer taraftan Âdem -aleyhisselâm- ve Havvâ vâlidemiz, iş*ledikleri günah sebebiyle:
رَبَّنَا ظَلَمْنَا أَنفُسَنَا وَإِن لَّمْ تَغْفِرْ لَنَا وَتَرْحَمْنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِرِينَ
Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer Sen bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlakâ ziyân edenlerden oluruz. (el-Arâf, 23) diyerek tevbe ve istiğfarda bulunmuşlar; netîcede ilâhî affa ve nice nîmetlere nâil olmuşlardır.
Bu mağfiretle birlikte günahsız hâle gelen Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-, kendisine lutfedilenlere ilâveten Cenâb-ı Hakka yakınlıkta en üst makâm olan ve kulun bir kesbi olmaksızın sâde*ce ilâhî lutufla verilen peygamberlik rütbesi ile şereflendirilmiştir.
Hâsılı affedilmeyen bir günah bile teselsül etmez iken, affedilen bir günâhın teselsül etmesi mümkün değildir! Hattâ samîmî tevbelerin ardından affa mazhar olan günahlar, Cenâb-ı Hakkın lutfu ile sevâba tebdîl olunur. Âyet-i kerîmede buyrulur:
إِلَّا مَن تَابَ وَآمَنَ وَعَمِلَ عَمَلًا صَالِحًا فَأُوْلَئِكَ يُبَدِّلُ اللَّهُ سَيِّئَاتِهِمْ حَسَنَاتٍ وَكَانَ اللَّهُ غَفُورًا رَّحِيمًا
Tevbe ve îmân edip amel-i sâlih işleyenler başkadır. Allâh onların seyyielerini (günahlarını) hasenâta (sevaplara) teb*dîl eder. Allâh Gafûr ve Rahîmdir. (el-Furkân, 70)
Allâhın kullarına nezdinden gönderdiği ilâhî kitapların hepsi mübîn (apaçık) sıfatı taşımaktadır. Bunu en son kitap olan Kurân-ı Kerîm, bâriz bir şekilde ortaya koyar. Onda birçok yerde mü*bîn kelimesi, sarâhatle ve ısrarla tekrarlanarak bu hakîkate dikkat çekilir. Ancak Kurân-ı Kerîmin gönderilmesine sebep teşkil edecek derecede tahrîf edilmiş olan İncîllerde bu husûsiyeti bu*labilmek mümkün değildir.
İncîllerdeki bütün tenâkuzlar, onların vahiy mahsûlü olup olmadıkları hakkında bize fazlasıyla mâlumat vermektedir. Her idrâk sâhibi kavrar ki, Allâh her şeye kâdir olduğu ve her türlü nok*san sıfatlardan münezzeh olduğu hâlde, kullarına bu kadar kar*makarışık ve birçok eksikliklerle dolu bir ilâhî kitap göndermez. Çünkü O, hiçbir noksanlık kabûl etmeyen bir Sübhândır.
Gerçek şudur ki, Îsâ -aleyhisselâm-dan sonra süratle tahrîf edilen Hristiyanlık, kısa zamanda hak dîn olma vasfını kaybet*miş ve putperest bir karaktere bürünmüştür.
Putperest kültürlerde yer alan çarmıha gerilmiş halk kahra*manı motifi, bizzat Îsâ -aleyhisselâm-a uygulanmış ve bu hâdi*seyle alâkalı olan Haç, kutsal bir sembol hâline getirilmiştir. Çünkü Haç, Hristiyanlıktan önceki Avrupa putperestliğinde de mevcuttu.
Hristiyanlığın ilk devrelerinde Ocak ayının ilk günü yılbaşı olarak kutlanmazdı. Putperest inançlarda 24 Aralık ile 6 Ocak târihleri arasında değişik günleri kapsayan yılbaşı kutlamaları, hristiyanlara da tesir etmiş ve Hazret-i Îsânın doğumu ile alâ*kalı bir iddiâ ortaya atılarak 1 Ocakta yeni bir takvim teşekkül et*tirilmiş ve bu gün, bayram olarak kutlanmaya başlanmıştır.
Eski Roma ve Yunanda kral ve imparatorların yegâne hede*fi, ölümden sonra tanrılaşmaktı. Bu anlayış da, Îsâ -aleyhisselâm- için tatbîk edilmiş ve O, İncîllerde sanki ilâhlaşan bir efsâne kahramânı gibi anlatılmıştır.
Kısaca İncîllerde Allâh kelâmı ile beşer kelâmı ve bâtıl dü*şünceler, içiçe ve girift bir hâldedir.
İlk zamanlardan beri materyalist olan yahûdîler, Îsâ -aleyhisselâm-ın getirdiği tevhîd inancını bozmuşlardır. Yine onlar, kendilerinin rahat yaşama*ları için dâimâ peygamberlerine yük olmaya, onları kendi menfaatleri istikâmetin*de kullanmaya kadar aşırı davranışlarda bulunan bir kavim olduklarından, böyle bir tavır, onlar için tabiî olmuştur.
Unutmamak gerekir ki, Mûsâ -aleyhisselâm- ve Tevrât, nasıl ki hidâyet yolunu gösteren birer kılavuz ve ışıksa, Îsâ -aleyhisselâm- ve İncîl de, Hazret-i Muhammed -aleyhissalâtü vesselâm- ve Kurân-ı Kerîm de tıpkı bunun gibi hükmünün cârî olduğu zamanda birer hidâyet rehberidir. Şurası muhakkaktır ki, bir hüküm vaz eden (kânun koyan), aynı hususta birbiri arkasından değişik zamanlarda hükümler vaz ediyor ve eski hükümleri neshediyorsa (geçersiz kılıyorsa), geçerli olacak olan, elbette ki en sonuncusudur. Şâyet Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- zamanında Mûsâ -aleyhisselâm-a indirilene değil de, meselâ Hazret-i İbrâhîm -aleyhisselâm-a vahyedilene tâbî olmaya devâm edilseydi, bu tavır, Allâha itaat etmek değil, bilakis isyân etmek olurdu. Cenâb-ı Hak, son dîn olarak İslâmı gönderip kıyâmete kadar hükmünün bâkî kalmasını murâd ettiğinden, bugün hükmü cârî olan yegâne ilâhî kitap da Kurân-ı Kerîm olmaktadır.
Bütün ilâhî kitapların aslî menbaı, bir ve tek olan Allâh Teâlâdır. Bütün peygamberler de aynı gâye ile gelmiş, kendilerinden önceki hak peygamberleri teyid etmiş ve sonra gelecek peygamberleri müjdelemişlerdir. İslâm Peygamberi Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de önceki peygamberleri teyid etmiş, fakat İslâmın son dîn, kendisinin son peygamber ve Kurân-ı Kerîmin de son ilâhî kitap olduğunu tebliğ etmiştir.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aley*hi ve sellem- buyurur:
Dünyâda da âhirette de Meryemoğluna (Îsâya) insanların en yakını benim. Onunla benim aramda peygamber yoktur. Pey*gamberler kardeştirler. Peygamberler, anneleri ayrı babaları bir kardeştirler. Dinleri de birdir.
İçinizden kim (dünyâya nüzûl edeceği âhir zamanda) Onunla buluşursa, benden Ona selâm söylesin. (Cemul-Fevâid, V, 16)
Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-, bugünkü kilisenin zıddına çok sâde ve zâhidâne bir hayat yaşamıştır. Onun fârik vasfı, nefs tezkiyesi ve kalb tas*fiyesi; yâni dünyânın nefsânî arzularından vazgeçip rûhânî bir hayat yaşamak, yüksek ahlâkı, merhamet ve kardeşliği tevzî etmek idi.
Tasavvufun en belirgin düsturlarından biri olan Allâh için sevmek ve yine Onun için buğzetmek husûsunda Îsâ -aleyhisselâm-a şu şekilde vahiy gelmiştir:
Eğer bütün yerdekilerin ve göktekilerin ibâdetini yapsan ve içinde Benim için dostluk ve Benim için düşmanlık olmazsa, bü*tün bu ibâdetlerinin Sana hiçbir faydası olmaz!
Bütün ibâdet ve hareketlerimizin kemâli, rûhî derinliğimiz mesâbesindedir. Yâni sevdiğimizin Allâh için, sevmediğimizin de yine Allâh için olması gerekir.
Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm- buyurur:
Âsîlere düşmanlık yapmak sûretiyle Allâha dost olun! Âsî*lere uzak olmakla Allâha yakın olun ve onlara buğz etmekle Allâhın rızâsını alın!..
Yâ Rabbî! Bizlere hakkı hak bilip ona sarılmayı, bâtılı da bâtıl bilip ondan ictinâb etmeyi ve böylece iki cihanda Senin rızâ bahçelerindeki nîmetlerinle perverde olan sâlih kulların*dan olabilmeyi nasîb eyle!
Âmîn!..
İşin aslının böyle olmadığını Allâh Teâlâ, Kurân-ı Kerîmde şöyle bildirir:
وَبِكُفْرِهِمْ وَقَوْلِهِمْ عَلَى مَرْيَمَ بُهْتَانًا عَظِيمًا
(156)
وَقَوْلِهِمْ إِنَّا قَتَلْنَا الْمَسِيحَ عِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ رَسُولَ اللّهِ وَمَا قَتَلُوهُ وَمَا صَلَبُوهُ وَلَـكِن شُبِّهَ لَهُمْ وَإِنَّ الَّذِينَ اخْتَلَفُواْ فِيهِ لَفِي شَكٍّ مِّنْهُ مَا لَهُم بِهِ مِنْ عِلْمٍ إِلاَّ اتِّبَاعَ الظَّنِّ وَمَا قَتَلُوهُ يَقِينً
(157)
İnkâr etmelerinden, Meryemin üzerine büyük bir ifti*râ atmalarından ve «Allâhın elçisi Meryem oğlu Îsâyı öldürdük!» de*meleri yüzünden (onları lânetledik). Hâlbuki Onu ne öldür*düler; ne de astılar. Fakat (öldürdükleri) onlara Îsâ gibi gös*terildi. Onun hakkında ihtilâfa düşenler, bundan dolayı tam bir kararsızlık içindedirler. Bu hususta zanna uymak dışın*da hiçbir (sağlam) bilgileri yoktur ve kesin olarak Onu öl*dürmediler. (en-Nisâ, 156-157)
بَل رَّفَعَهُ اللّهُ إِلَيْهِ وَكَانَ اللّهُ عَزِيزًا حَكِيمًا
Bilâkis Allâh, Onu (Îsâyı) kendi nezdine kaldırmıştır. Allâh izzet ve hikmet sâhibidir. (en-Nisâ, 158)
Hakîkat böyle olduğu hâlde, Allâhın, gazabını teskîn için oğ*lunu, hem de onun ceddinin yediği bir meyve yüzünden öldür*mesi akîdesi, ne kadar garip bir inançtır ki, bir başkasına âit meyve yeme suçunu ölümle ödetmektedir. Bir kulun günâhını diğer bir kula yüklemeyeceğini beyân eden Cenâb-ı Hakkın gön*derdiği bir dinde böyle bir inancın olması, ancak o dînin muharrefliği ile îzâh edilebilir. Üstelik bugün hristiyanlar, dinlerine dâvet eder*lerken, Hazret-i Îsânın kendisini fedâ ederek insanların günah*larını yüklendiğini ifâde etme gaflet ve zaafı ile, aslı tamâmen bozulmuş olan Hristiyanlığı, nefislere câzip hâle getirmeye ça*lışmaktadırlar.
Fakat düşünmek ve sormak lâzımdır ki, onlar, yasak bir meyvenin yenilmesini insanlık suçu kabûl ederken, kendilerinin yaptığı insanlık şeref ve haysiyetiyle bağdaşmayan nice zulüm*ler, inkârlar, isyanlar ve dile alınmayacak rezillikleri ile bedbaht*lıkları nasıl oluyor da tecvîz edebiliyorlar?!. Târihteki birçok em*sâlleriyle beraber son Bosna katliâmı ve benzerlerine hristiyanların seyirci kalması, papalık ve patriklik müesseselerinin de bu cinâyetleri suskunluk içinde geçiştirmeleri, bir merhamet peygamberi olan Hazret-i Mesîhin müntesibi olma iddiâsında bulunmakla kâbil-i telif midir? Kendilerinden olmadığı için hâmile kadınların karın*larını deşerken, küçücük yavruların kanlarını vahşîce akıtırlarken, hiç mi günah işlememiş oluyorlar?
Oysa Hazret-i Îsâ, insanların içinde en seçkin ve müm*taz bir makâmı ihrâz eden ve güzel ahlâkı tâlim için gelen, Allâhın indinde de her şeyiyle makbûl, yüce bir peygamberdir. Dolayısıyla Allâh Teâlânın, seçtiği ve sevdiği ülül-azm bir Rasûlünü, -o da ceddinin işlediği bir suç sebebiyle- çarmıha gerdirmek gibi bir azâba dûçâr etmesini, -inanmak bir tarafa- düşünmek bile, hem mümkün değil, hem de Cenâb-ı Hakka câhilâne ve münkirce ya*pılan bir zulüm isnâdıdır, izân dışıdır. Hâlbuki Allâh, peygamber*leri için nice şerefli ve ulvî rütbeler, makamlar, ihsânlar ve ikram*lar vadetmiştir. Kaldı ki, kendisine ilâhlık atfedilen Îsâ -aleyhisselâm-, şâyet iddiâ ettikleri gibi Allâh olsaydı, Allâhın, birkaç beşer elinde haça gerilecek kadar âciz olması düşünülebilir miydi?
Diğer taraftan Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-ın, başkalarının cezâlarını çekmesi husûsundaki meselenin ilâhî hükmüne bak*tığımızda ise, hakîkat bütün açıklığıyla ortaya çıkar. Allâh Teâlâ buyurur:
مَّنِ اهْتَدَى فَإِنَّمَا يَهْتَدي لِنَفْسِهِ وَمَن ضَلَّ فَإِنَّمَا يَضِلُّ عَلَيْهَا وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرَى وَمَا كُنَّا مُعَذِّبِينَ حَتَّى نَبْعَثَ رَسُولاً
Kim hidâyet yolunu seçerse, bunu ancak kendi iyiliği için seçmiş olur; kim de doğruluktan saparsa, kendi zara*rına sapmış olur. Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükü*nü üstlenmez! Biz, bir peygamber göndermedikçe (kimse*ye) azâb edecek değiliz. (el-İsrâ, 15)
Âyette günahkâra bile başkasının günâhının yüklenmeyece*ği bildirilirken, günahsız bir insana başkasının günâhının yüklen*mesi iddiâsı, ilâhî hakîkate, hattâ beşerî mantığa bile ne kadar da terstir! Kim, bir başkasının irtikâb ettiği, kendisiyle alâkalı olma*yan bir günahtan mesûl olmayı kabûl edebilir?!
Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-ın cennette yasak meyveye yaklaşması meselesinin hakîkatine gelince; bu onun için bir zelle, yâni gayr-i irâdî hatâdır. Bir bakıma da murâd-ı ilâhî îcâbı olarak ta*hakkuk etmiştir. Çünkü murâd-ı ilâhî; Âdem -aleyhisselâm- ve Havvâ vâlidemizin insan için yaratılan yeryüzüne inmeleri, ora*da insan neslinin çoğalması ve kıyâmete kadar bu neslin devâm etmesi, rûhunu yüceltip Rabbine yaklaştıranların tekrar Âdem -aleyhisselâm-ın geldiği mekân olan cennete döndürülmesi, nefsine aldananların ise, şeytanın arkadaşları olarak cehenneme girmesi idi.
Bu murâd-ı ilâhîyi, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle îzah buyurur:
Hazret-i Âdem ve Hazret-i Mûsâ -aleyhimesselâm- münâ*kaşa ettiler. Hazret-i Mûsâ, Hazret-i Âdeme:
«İşlediğin günahla insanları cennetten çıkaran ve onları şekâvete (bedbahtlığa) atan sen değil misin?» dedi.
Hazret-i Âdem de, Hazret-i Mûsâya:
«Sen, Allâhın risâlet vermek sûretiyle seçtiği ve husûsî ke*lâmına mazhar kıldığı kimse ol da, daha yaratılmamdan önce Allâhın bana yazdığı bir işten dolayı beni ayıplamaya kalk!.. (Bu olacak şey değil!)» dedi.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- devamla buyurdu ki:
Hazret-i Âdem, Hazret-i Mûsâyı ilzâm etti (cevap veremez hâle getirdi, susturdu ). (Buhârî, Kader, 11; Müslim, Kader, 13)
Diğer taraftan Âdem -aleyhisselâm- ve Havvâ vâlidemiz, iş*ledikleri günah sebebiyle:
رَبَّنَا ظَلَمْنَا أَنفُسَنَا وَإِن لَّمْ تَغْفِرْ لَنَا وَتَرْحَمْنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِرِينَ
Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer Sen bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlakâ ziyân edenlerden oluruz. (el-Arâf, 23) diyerek tevbe ve istiğfarda bulunmuşlar; netîcede ilâhî affa ve nice nîmetlere nâil olmuşlardır.
Bu mağfiretle birlikte günahsız hâle gelen Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-, kendisine lutfedilenlere ilâveten Cenâb-ı Hakka yakınlıkta en üst makâm olan ve kulun bir kesbi olmaksızın sâde*ce ilâhî lutufla verilen peygamberlik rütbesi ile şereflendirilmiştir.
Hâsılı affedilmeyen bir günah bile teselsül etmez iken, affedilen bir günâhın teselsül etmesi mümkün değildir! Hattâ samîmî tevbelerin ardından affa mazhar olan günahlar, Cenâb-ı Hakkın lutfu ile sevâba tebdîl olunur. Âyet-i kerîmede buyrulur:
إِلَّا مَن تَابَ وَآمَنَ وَعَمِلَ عَمَلًا صَالِحًا فَأُوْلَئِكَ يُبَدِّلُ اللَّهُ سَيِّئَاتِهِمْ حَسَنَاتٍ وَكَانَ اللَّهُ غَفُورًا رَّحِيمًا
Tevbe ve îmân edip amel-i sâlih işleyenler başkadır. Allâh onların seyyielerini (günahlarını) hasenâta (sevaplara) teb*dîl eder. Allâh Gafûr ve Rahîmdir. (el-Furkân, 70)
Allâhın kullarına nezdinden gönderdiği ilâhî kitapların hepsi mübîn (apaçık) sıfatı taşımaktadır. Bunu en son kitap olan Kurân-ı Kerîm, bâriz bir şekilde ortaya koyar. Onda birçok yerde mü*bîn kelimesi, sarâhatle ve ısrarla tekrarlanarak bu hakîkate dikkat çekilir. Ancak Kurân-ı Kerîmin gönderilmesine sebep teşkil edecek derecede tahrîf edilmiş olan İncîllerde bu husûsiyeti bu*labilmek mümkün değildir.
İncîllerdeki bütün tenâkuzlar, onların vahiy mahsûlü olup olmadıkları hakkında bize fazlasıyla mâlumat vermektedir. Her idrâk sâhibi kavrar ki, Allâh her şeye kâdir olduğu ve her türlü nok*san sıfatlardan münezzeh olduğu hâlde, kullarına bu kadar kar*makarışık ve birçok eksikliklerle dolu bir ilâhî kitap göndermez. Çünkü O, hiçbir noksanlık kabûl etmeyen bir Sübhândır.
Gerçek şudur ki, Îsâ -aleyhisselâm-dan sonra süratle tahrîf edilen Hristiyanlık, kısa zamanda hak dîn olma vasfını kaybet*miş ve putperest bir karaktere bürünmüştür.
Putperest kültürlerde yer alan çarmıha gerilmiş halk kahra*manı motifi, bizzat Îsâ -aleyhisselâm-a uygulanmış ve bu hâdi*seyle alâkalı olan Haç, kutsal bir sembol hâline getirilmiştir. Çünkü Haç, Hristiyanlıktan önceki Avrupa putperestliğinde de mevcuttu.
Hristiyanlığın ilk devrelerinde Ocak ayının ilk günü yılbaşı olarak kutlanmazdı. Putperest inançlarda 24 Aralık ile 6 Ocak târihleri arasında değişik günleri kapsayan yılbaşı kutlamaları, hristiyanlara da tesir etmiş ve Hazret-i Îsânın doğumu ile alâ*kalı bir iddiâ ortaya atılarak 1 Ocakta yeni bir takvim teşekkül et*tirilmiş ve bu gün, bayram olarak kutlanmaya başlanmıştır.
Eski Roma ve Yunanda kral ve imparatorların yegâne hede*fi, ölümden sonra tanrılaşmaktı. Bu anlayış da, Îsâ -aleyhisselâm- için tatbîk edilmiş ve O, İncîllerde sanki ilâhlaşan bir efsâne kahramânı gibi anlatılmıştır.
Kısaca İncîllerde Allâh kelâmı ile beşer kelâmı ve bâtıl dü*şünceler, içiçe ve girift bir hâldedir.
İlk zamanlardan beri materyalist olan yahûdîler, Îsâ -aleyhisselâm-ın getirdiği tevhîd inancını bozmuşlardır. Yine onlar, kendilerinin rahat yaşama*ları için dâimâ peygamberlerine yük olmaya, onları kendi menfaatleri istikâmetin*de kullanmaya kadar aşırı davranışlarda bulunan bir kavim olduklarından, böyle bir tavır, onlar için tabiî olmuştur.
Unutmamak gerekir ki, Mûsâ -aleyhisselâm- ve Tevrât, nasıl ki hidâyet yolunu gösteren birer kılavuz ve ışıksa, Îsâ -aleyhisselâm- ve İncîl de, Hazret-i Muhammed -aleyhissalâtü vesselâm- ve Kurân-ı Kerîm de tıpkı bunun gibi hükmünün cârî olduğu zamanda birer hidâyet rehberidir. Şurası muhakkaktır ki, bir hüküm vaz eden (kânun koyan), aynı hususta birbiri arkasından değişik zamanlarda hükümler vaz ediyor ve eski hükümleri neshediyorsa (geçersiz kılıyorsa), geçerli olacak olan, elbette ki en sonuncusudur. Şâyet Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- zamanında Mûsâ -aleyhisselâm-a indirilene değil de, meselâ Hazret-i İbrâhîm -aleyhisselâm-a vahyedilene tâbî olmaya devâm edilseydi, bu tavır, Allâha itaat etmek değil, bilakis isyân etmek olurdu. Cenâb-ı Hak, son dîn olarak İslâmı gönderip kıyâmete kadar hükmünün bâkî kalmasını murâd ettiğinden, bugün hükmü cârî olan yegâne ilâhî kitap da Kurân-ı Kerîm olmaktadır.
Bütün ilâhî kitapların aslî menbaı, bir ve tek olan Allâh Teâlâdır. Bütün peygamberler de aynı gâye ile gelmiş, kendilerinden önceki hak peygamberleri teyid etmiş ve sonra gelecek peygamberleri müjdelemişlerdir. İslâm Peygamberi Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de önceki peygamberleri teyid etmiş, fakat İslâmın son dîn, kendisinin son peygamber ve Kurân-ı Kerîmin de son ilâhî kitap olduğunu tebliğ etmiştir.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aley*hi ve sellem- buyurur:
Dünyâda da âhirette de Meryemoğluna (Îsâya) insanların en yakını benim. Onunla benim aramda peygamber yoktur. Pey*gamberler kardeştirler. Peygamberler, anneleri ayrı babaları bir kardeştirler. Dinleri de birdir.
İçinizden kim (dünyâya nüzûl edeceği âhir zamanda) Onunla buluşursa, benden Ona selâm söylesin. (Cemul-Fevâid, V, 16)
Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-, bugünkü kilisenin zıddına çok sâde ve zâhidâne bir hayat yaşamıştır. Onun fârik vasfı, nefs tezkiyesi ve kalb tas*fiyesi; yâni dünyânın nefsânî arzularından vazgeçip rûhânî bir hayat yaşamak, yüksek ahlâkı, merhamet ve kardeşliği tevzî etmek idi.
Tasavvufun en belirgin düsturlarından biri olan Allâh için sevmek ve yine Onun için buğzetmek husûsunda Îsâ -aleyhisselâm-a şu şekilde vahiy gelmiştir:
Eğer bütün yerdekilerin ve göktekilerin ibâdetini yapsan ve içinde Benim için dostluk ve Benim için düşmanlık olmazsa, bü*tün bu ibâdetlerinin Sana hiçbir faydası olmaz!
Bütün ibâdet ve hareketlerimizin kemâli, rûhî derinliğimiz mesâbesindedir. Yâni sevdiğimizin Allâh için, sevmediğimizin de yine Allâh için olması gerekir.
Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm- buyurur:
Âsîlere düşmanlık yapmak sûretiyle Allâha dost olun! Âsî*lere uzak olmakla Allâha yakın olun ve onlara buğz etmekle Allâhın rızâsını alın!..
Yâ Rabbî! Bizlere hakkı hak bilip ona sarılmayı, bâtılı da bâtıl bilip ondan ictinâb etmeyi ve böylece iki cihanda Senin rızâ bahçelerindeki nîmetlerinle perverde olan sâlih kulların*dan olabilmeyi nasîb eyle!
Âmîn!..