Her kim eylerse hilâf-ı emr-i kânûn-ı selef
Nâ-halefdir nâ-halefdir nâ-halefdir nâ-halef
(Nahîfî)
Yeni olanın çekiciliği ile eski olanın iticiliği, bu memleketin okur-yazar çocukları için tarihin her döneminde sorun olmuştur. Yeni olan her şey dikkatleri üzerine çeker ve insan ona sahip olmak ister. Bu, aslında çocukça ve çocuklara mahsus bir duygudur. Ama yaş ilerledikçe insan gitgide bu duygudan uzaklaşır ve bu defa eski olana alâka duymaya başlar. Çünkü eski olan her şeyin bir hâtırası, insan zihninde geçmişe ait bir “hafıza”sı vardır. Eski eşyanız, size kendi geçmişinizi hatırlatır. Eğer kendi geçmişinizden utanmak ve ondan uzaklaşmak gibi bir takıntınız yoksa eski eşyanızı, eski elbiselerinizi, eski kitaplarınızı, eski mektuplarınızı korumaya çalışırsınız. Yaşınız ilerlediği hâlde, yeni olana karşı hâlâ heveskâr bir tutum içindeyseniz, çocukluğunuz devam ediyor demektir.Nâ-halefdir nâ-halefdir nâ-halefdir nâ-halef
(Nahîfî)
Gelecek, ancak geçmişin üzerine bina edilebilir. İlk ve orta öğrenimdeki bilgi birikimi devre dışı bırakılarak üniversite eğitimi alınamaz. Daha önce okuyup öğrendiklerimiz olmasa, elimize aldığımız yeni bir kitabın bize verebileceği herhangi bir şey yoktur. Öğrenme dediğimiz şey, aslında yaşam boyu süren bir faaliyettir. Bütün duyu organlarımız bu öğrenme faaliyetinin araçlarıdır. Her gördüğümüz şey, her duyduğumuz söz, dokunup kokladığımız veya tattığımız her nesne, faydalı veya faydasız, doğru veya yanlış, bize mutlaka bir şey öğretir. Öğrendiğimiz şey kavramlardır. Ateş yakıcı, şeker tatlı, demir serttir. Allah var ve birdir. Yetim malı yemek günah, yoksula sadaka vermek sevaptır... Bunların her biri bir kavramdır ve zihnimizde belli bir yer işgal eder. Fakat kavramlar, insan zihninde, insan hafızasında kelimelerle kodlanır. Öğrenilen her kelime, belli bir kavramın sahibi yapar bizi. Dolayısıyla kavramlar kelimelerle öğrenilir. Bu söylediklerimiz normal insanlar içindir. Sağır ve dilsizler ise, bu işi şekillerle, görüntülerle, tatlarla yapar. Duyu organlarımızdan herhangi biri eksikse, onun görevlerini diğerleri üstlenir ve hayat yine devam eder.
Sahip olduğumuz her kelime, bizi aynı zamanda belli bir kavramın, yani bir bilginin, bir bilincin sahibi yaptığına göre, onları unuttuğumuz veya terk ettiğimiz zaman, onlar sayesinde sahip olduğumuz bilgi ve bilinci de kaybetmiş oluruz. Buna göre konuştuğunuz veya bildiğiniz dil ne kadar zenginse, kavram çerçeveniz de o kadar geniş, bilginiz de o kadar zengin, bilinciniz de o kadar güçlü demektir. Beş on hâneli bir mezrada yaşayan herhangi bir insan ile bir üniversite kürsüsünde profesörlük yapan diğer bir insanın dillerini karşılaştırdığınızda, siz aynı zamanda onların bilgi düzeylerini de karşılaştırmış oluyorsunuz. Bir profesörün zihnindeki kelimeleri çekip alırsanız, onun sıradan bir insandan farkı kalmaz.
Bir insan için yaşadığı an ve geleceği bağlamında kendi geçmişi neyse, bir millet için de kendi tarihi ve kültürü, kendi dili ve edebiyatı, kendi bilgi ve tecrübe birikimi odur. Bir milletin, geçmişini yok sayarak bırakın bir “gelecek” tasarlaması, hayatiyetini devam ettirmesi bile mümkün değildir. Her nesil, önceki nesillerden, yani seleflerinden devraldıklarıyla yaşamını sürdürür ve onlardan devraldıklarına kendisi de bir şeyler ilâve ederek onu sonraki nesillere, yani haleflerine bırakır. Ama siz seleflerinizi yok sayarsanız, onların size miras bıraktıklarını elinizin tersiyle itip reddimirasçılık yapmaya kalkışırsanız, hiçbir şeye sahip olamayacağınız gibi, haleflerinize bir şey de bırakamazsınız. Bu durumda onlara bırakacağınız bir şeyiniz olmaz zaten; olsa bile, bu defa onlar sizden bir şey almaz. Çünkü onlar da sizi örnek alıp reddimirasçılık yaparlar. Demek oluyor ki, selefsiz olursanız, halefsiz ölürsünüz. Nahîfî’nin yukarıdaki beyti tam da bunu anlatıyor:
Her kim eylerse hilâf-ı emr-i kânûn-ı selef
Nâ-halefdir nâ-halefdir nâ-halefdir nâ-halef
Okuyucu, ifadelerin Türkçe olduğunu bile bile, “Burada mânâ-yı Türkî nedir?” diye sorar. Çünkü biz millet olarak nankörlük ettik, ukalalık tasladık; atalarımızın dilini bile “eskidir” diye reddettik de şimdi büsbütün sağır ve dilsiz kesildik. Seleflerimize kulak vermiyoruz ki haleflerimize biz de bir şeyler anlatalım. Öyle ya, sağırlar aynı zamanda dilsiz olurmuş.
Seleflerimizden geriye kalanların bugün değer görmemesi onların değerinden hiçbir şey eksiltmez. İşte seleflerimizden tarihçi Râşit Efendi’nin atasözü kıymetindeki bir mısraı:
“Pertev-i mihr yere düşse de pâmâl olmaz”
Yani; güneşin ışığı yere düşse de ayakaltı olmaz.
Onlardan miras kalan metaın bugün değer görmemesini, Divan şairlerimizden Nevres çok öncesinden gördü de şöyle dedi:
Damgasıdır sükût metâ-ı maârifin
Bir gün bizim dahi olur revâcımız
Yani; sükut, maarif metaının damgasıdır. Bir gün bizim de değer gördüğümüz günler olur.
Söz buraya gelince, Urfalı Nâbî araya girdi de bize moral verdi. Hem de yüksek perdeden konuşarak…
Eğerçi köhne-metâız revâcımız yoktur
Revâca da o kadar ihtiyâcımız yoktur
Yani; ürünümüz eski diye ilgi görmüyorsak, bizim de zaten ilgi görmeye ihtiyacımız yoktur.
Doç. Dr. Cafer MUM