Tılsımlı Taşlar Kültü.. | Define işaretleri ve anlamları

Tılsımlı Taşlar Kültü..

SEVALİ

Kullanıcı
Katılım
14 Kasım 2012
Mesajlar
1,451
Beğeni
2,680
Puanları
113
Tılsımlı Taşlar Kültü..




Çevrelerine belirli tesirler yaydıklarına ve canlı organizmalar üzerinde hem psişik hem de fiziksel etkilerde bulunduklarına inanılan taşlara eski uygarlıkların kültürlerinde ve ezoterik çalışmalarda “Tılsımlı Taşlar” ismi verilmiştir. Ezoterik prensiplere göre bazı taşlar evrendeki ve yerküredeki birtakım güçleri çekme, biriktirme, dönüştürme ve yayma özelliklerine sahiptir. İnisiyatik çalışmalarda bu tür taşların enerjetik özelliklerinden yararlanmak, başlı başına bir araştırma konusuydu. Ve elimizdeki bu konuyla ilgili kayıtlar eskilerin bu konuda hayli ileri düzeyde bilgi sahibi olduklarını göstermektedir.

Ezoterizm’de taşlar dört ana grupta sınıflandırılmıştır:


1- Atlantisliler’in özel işlemlerden geçirdikten ve biçimlendirdikten sonra enerji santrallerinde kullandıkları nadir kristaller ve çok farklı bir maddesel yapıya sahip olan özel taşlar.

2- Tufan’dan sonra bizim devremize ait uygarlıkların inisiyatik merkezlerindeki mabetlerde yer alan psişik çalışmalarda kullanılan, kökenleri bilinmeyen ve günümüzde kayıp durumdaki taşlar.

Bu taşlardan bazılarının kozmik kökenli, bazılarının ise Atlantis kökenli olduklarını ve bizim devremizin ortalarına doğru bazılarının yeryüzünün belirli yerlerine gizlenmiş oldukları söylenir.

Kabe’deki Siyah Taş Hacer’ül Esved ve İstanbul’a yerleştirildiği söylenilen ancak nerede olduğu bugün için bilinmeyen gizemli taş bu grupta değerlendirilmektedir.

3- Günümüzde mevcut olan değerli taşlar ve kristaller. Bunlar da doğru kullanıldığı takdirde canlılar üzerinde önemli etkilerde bulunduğu yapılan deneysel çalışmalarla ispatlanmış durumdadır. Günümüzdeki New Age yaşam kültüründe bu çalışmaların önemli bir yeri vardır.

4- Değersiz taşlar kendiliklerinden özel bir enerjetik yayınları olmayan, ancak ley hatları üzerine dikildiklerinde belirli bir büyüklükte olmak koşuluyla yerkürenin telürik enerjisiyle ilgili bir etkinlik meydana getirebilen taşlardır.

Daha önce de söylemiş olduğum gibi, taştan yapılmış putlara tapma meselesinin ardında yatan gizli gerçek, yukarıda farklı yönleriyle ele aldığımız “Tılsımlı Taşlar” in çevrelerine yaydıkları etkiyle bağlantılıdır. Eski devre ait insanlar taşlara tapmıyorlardı. Taşların sihirli gücünden yararlanmaya çalışıyorlardı. Bu onları gözleyenlerce yanlış yorumlandığı için onların taşlara taptıkları sonucuna ulaşılmıştır.

Neyse… Konumuzu fazla dağıtmamak için bu meseleye girmek istemiyorum… Gelelim sihirli asalara…

Tılsımlı Taşlar’dan Sihirli Asalar’a…

Asaların da, yukarıda sözünü ettiğimiz enerji toplama ve dağıtma özelliğine sahip bu özel maddelerden yapılan küçük modeller olduğu tahmin edilmektedir.

Eski uygarlıklara ait kabartma ve resimlerde sıklıkla karşımıza çıkan asa, ezoterizmde her şeye uzanan tesir gücünü sembolize etmektedir. Ancak şunu hemen belirtmek gerekir ki, asa sadece bir sembol değil, aynı zamanda kullanılan bir objedir. Kullanıldığı alan ise, manyetik ve psişik enerjilerin bu obje vasıtasıyla bir yerden bir yere yönlendirilmesidir. Önce Atlantis’te, Tufan Sonrası’nda ise bizim devremize ait uygarlıkların inisiyatik merkezlerinde bu objeler- sıklıkla kullanılmıştır.

Gizli mabetlerde sürdürülen inisiyasyonlarda, inisiyatörlerin psişik etkinliklerinde kullandıkları, özel işlemlerden geçirilmiş taş ve madenlerden yapılma ve günümüzde “tılsımlı” olarak adlandırılan özel değneklerin varlığı bilinmekle birlikte, bu özel değneklerin niteliği hakkında çok az bilgiye sahip bulunulmaktadır.



Konumuzu kısaca toparlarsak şunları söyleyebiliriz:

Eldeki tüm verilerden anlaşıldığı kadarıyla, bu asalar sıradan değnekler olmayıp, birtakım enerjileri çeken, toplayan, dönüştüren ve psişik yeteneklerle ilgili uygulamalarda gücün etkisini misliyle büyüten bir nevi amplifikatör gibi kullanılabilen özel aletlerdi.

Önce Atlantis’te sonra da Mısır’daki inisiyelerin ellerinde gördüğümüz bu sihirli asalar, tarihin sonraki dönemlerinde de eksik olmamış ve bu asaları kullanan pekçok kişi tarih sahnesinde görülmüştür. Hatta bazı Peyggamber’lerin ellerinde de karşımıza çıkmıştır. Ki bunlardan en sonuncusu Musa Peygamber’dir.

Eldeki kayıtlara göre, Thot’un asası, tellerin spiral biçimde bir bobine sarılmasını andıran iki yılanın sarılı olduğu bir değnekti .

Mısır’da inisiye edilen Orfe’nin de bir asaya sahip olduğu ve bu asanın ise kozalak başlı olduğu ifade edilmektedir. Musa Peygamber’in asasının şekliyle ilgili ayrıntılı bilgi bulunmamaktadır. Ancak bu konuyla ilgili eski bir Yahudi inanışına göre, yeryüzüne melekler tarafından indirilmiş bu objeyi Musa Peygamber’e kimliği meçhul ihtiyar bir bilge hediye etmiştir.

Türkler’in elinde bulunan Yada Taşı’nın da göklerden geldiğine dair Atalanmız’ın çok eski bir inanca sahip olduklarından söz etmiştik. Bu inançla, Yahudi Gelenekleri’ndeki inanç arasında büyük bir paralellik olması meselenin nerelere bağlı olabileceğini göstermesi bakımından son derece düşündürücüdür.

Bu arada Kabe’deki siyah Hacer’ül Esved Taşı’nın da cennetten geldiğine dair inancı burada bir kez daha hatırlatalım…



Sihirli Asalar günümüze kadar gelememiştir…

Zamanla bu özel yapım asalar ortadan kaybolmuşsa da, asa, kudret ve otorite sembolü olarak eskinin anılarında yaşamaya devam etmiştir… Böylelikle asa kullanılan bir objeden bir sembole dönüşmüştür. Bu şekliyle sadece ezoterik çalışmalarda yerini korumakla kalmamış aynı zamanda krallar, rahipler hatta askeri ve adli otoritelerce de kullanılmaya başlanmıştır. Örneğin eski Yunanistan’da yargıçlar, generaller ve yüksek öğretim görevlileri farklı türdeki asalarıyla dolaşmaktaydılar. Bu dönemlerde bazı inisiyatörlerin ellerinde görülen asalar değerli taş ve madenlerden oluşmuş olmakla birlikte, öncekilerin sahip oldukları özel niteliklerden oldukça uzaktı. Ve bu nedenle de psişik etkinliklere çok büyük bir katkıları yoktu.

Bu sürecin sonunda inisiyatörlerin ellerindeki asalar, zamanla enerjetik bir işlev görmekten çok, eski asaların anısını yaşatan bir sembole dönüştüler. Böylelikle inisiyötörlerin asaları inisiyatörlügün sembolü hâline geldiler. Geçmişe ait bu anı, eski uygarlıkların mitolojilerinde ve dinsel öğretilerinde sembolik bir şekilde yaşatılarak, günümüze kadar gelebilmiştir.

Bunlardan birkaçını sıralayalım:

-Hititler’de ucu spiral biçimli şekilli asa.
-Hint’te iki sipralli asa.
-Yunan’da iki yılanlı asa.
-Orfe’nin kozalak başlı asası.
-Yunan Mitolojisinde ise Zeus’un Kartal başlı asası.
-Mezopotamya’da yıldırımı andıran asa. Mezopotamya Mitolojisi’nde bu asa Sirius’la özdeş kılınan İlâh Nin-urta’nın elinde bulunmaktadır.
-Taoizm ve Hinduizm’de yedi düğümlü asa.
-Mısır’da ise Köpek başlı, çakal başlı, üç başlı, kamçılı ve kanca uçlu asalar.

Asalarla ilgili kayıtlar en son olarak hem Musevilik’te hem de İslâmiyet’te de yerini almış ve böylelikle bu hatıra günümüze kadar gelebilmiştir.

Kaynak: Ergun Candan- Antik Mısır Sırları
 

SEVALİ

Kullanıcı
Katılım
14 Kasım 2012
Mesajlar
1,451
Beğeni
2,680
Puanları
113
Türkler’in elinde bulunan Yada Taşı’nın da göklerden geldiğine dair Atalanmız’ın çok eski bir inanca sahip olduklarından söz etmiştik. Bu inançla, Yahudi Gelenekleri’ndeki inanç arasında büyük bir paralellik olması meselenin nerelere bağlı olabileceğini göstermesi bakımından son derece düşündürücüdür.

Yada Taşı Efsanesi..


saganak-yagmur1.jpg




Çok eski devirlerden kalan yaygın bir inanca göre:

“Türklerin atalarına göklerden gelen sihirli bir taş armağan edilmiştir. Bu taş her devirde Türk Şamanları’nın ve büyük Türk komutanlarının ellerinde bulunmuştur.” Ve yine bu inanca göre günümüzde hâlâ bu taşın önde gelen Şamanların ellerinde bulundukları iddia edilmektedir.

Bu anlatılanların sadece bir inançtan ya da söylentiden ibaret olmadığını binlerce yıl öncesine ait eski Çin tarihi kayıtları da teyit etmektedir. Eski Türklerin de elinde bu tür bir taşın (Yada Taşı) bulunduğuna dair çok sayıda tarihi kayıt vardır. Çin Kaynakları tarafından tutulan bu kayıtlarda, Türklerin bu taş vasıtasıyla istedikleri zaman yağmur veya kar yağdırabildikleri uzun uzun anlatılmaktadır.


Atalarımızın istedikleri zaman yağmur, kar, dolu yağmur yağdırabildikleri, rüzgar estirip hatta fırtına çıkartabildiklerine dair ilk tarihi belgede şunlar kayıtlıdır:

Türklerin büyük ataları Hunların Kuzey’inde bulunan So sülalesinden idi. Oymağın Başbuğu Ananbu idi. Bunlar yetmiş kardeş idi. Birincisi dişi kurttan türemiş olup adı Içjini-nişibu idi. Içjini-nişibu tabiatüstü özelliklere sahipti. Yağmur yağdırıp fırtına çıkartabilirdi.

Yine aynı Çin Kaynaklarında 449 yılında meydana gelen bir savaş anlatılırken konuyla ilgili satırlara rastlıyoruz:

Evvelce Kuzey Hunlarının idaresinde bulunan Yüce Han ahalisinde öyle kâhinler vardır ki, Cücenler’in saldırılarına karşı durduklarında çok şiddetli yağmur yağdırdılar, fırtına çıkarttılar. Cücenler’in onda üçü sellerde boğuldu, soğuktan kırıldı.

İslâm Kaynakları’nda Türklerin bir zamanlar ellerinde bulundurdukları taş; yağmur taşı anlamına gelen “Haccr-ül Matar” ya da “Seng-i Cede” olarak isimlendirilmiştir. İslam Kaynakları’nda anlatılanlara baktığımızda, Türklerin bu sihirli taşıyla Müslümanların da yakından ilgilendiklerini görüyoruz.

İslâm tarihçilerinden İbn-ül Fakih’in kayıtlarında Halife Ma’mun’un bu gizemli taş hakkında araştırma yapması için Nuh b. Esed’i vazifelendirdiği anlatılmaktadır. Nuh b. Esed Türkler arasında yaptığı incelemeler sonununda Halifeye, söz konusu haberlerin doğru olduğunu fakat olayın nasıl meydana geldiğini anlayamadığını bildirmiştir.

İbn-ül Fakih tarihi kayıtlarında, Horasan Emiri İsmail b. Ahmet’in Ebul Abbas’a anlattıklarına da yer vermiştir:

“Yirmi bin kişi ile Türklere karşı savaşa çıktım. Karşımızda baştan ayağa kadar silahlı altmış bin Türk vardı . Bunlardan bir kısmı bizim tarafa geçti. Bunlar bize Türklerin iri dolu yağdıracaklarnı söylediler. Biz de onlara: “Sizin kalbinizden küfür hâlâ çıkıp gitmemiştir, böyle işleri hiç bir insan yapamaz” dedik. Onlar: “Biz haber veriyoruz, sizi ikaz ediyoruz, onların tayin ettikleri vakit yarın sabahtır ama siz daha iyi bilirsiniz” dediler. Sabah oldu. Korkunç bulutlar bizim üzerimizi kapladı. Herkes korktu. Müthiş dolu yağdı.”

İbn-ül Fakih, bu olayla ilgili olarak İsmail b. Ahmet’in iki rekât namaz kılarak, bu dolu fırtınasını daha sonra Türklerin üzerine yönlendirdiğini yazmaktadır. O devirde Arap İslâm Orduları aynı zamanda Allah’ın askerleri olarak nitelendirildiği için, onlar adına böylesine gurur kırıcı bir olayla karşılaşmak kabul edilebilir bir şey değildi. Bu nedenle söz konusu dolu fırtınasını kıldığı namaz sayesinde Türklerin üzerine yönlendirildiğini yazarak konuyu noktalamasına şaşırmamak gerekir.

Biz tekrar sihirli taşımıza geri dönelim…

Eski Türk Mitolojisi’ni oluşturan çeşitli efsanelerde de bu taştan bahsedilir. Hatta bu taşın nasıl kullanıldığı da kısmen açıklanır…

Bir örnek olması bakımından Er Gökçe Destanından konumuzla ilgili bir bölüm aktaralım:

“…Yanımdaki adamlar susadı. Er Kosay’a susuzluktan şikayet ettiler. Er Kosay, uzun kulaklı sarı atının altından “Cay Taşını” çekip çıkartı. Salladı, salladı yere koydu. Havadan yağmur yağdı. Yağmur suyunu içtiler.”

Abdülkadir İnan “Eski Türk Dini Tarihi” adlı kitabında “El-Lügat’ün Neviyye” isimli eski bir lügatta “Yada Taşı” hakkında şöyle bir açıklamanın yapılmış olduğunu yazar:
“Yağmur boncuğu derler bir nesnedir ki, ona kurban kanı sürülmekle yağmur yağar.”

Bu gizemli taşla ilgili elimizdeki tüm bilgileri yan yana getirdiğimizde, onun kullanım metotları olarak; taşın su içine konulduğu, suyun üzerine asıldığı, birbirine sürtüldüğü veya taşın sağa sola hareket ettirilerek sallandığını görüyoruz.

Bu konuda günümüze kadar gelen Farsça bir şiir Yada Taşının kullanılmasıyla ilgili önemli çağrışımları beraberinde getirmektedir:

“Şekilli bir taştır ki, her ne zaman ona dua edilse göğü yarar ve çokça bulut ve yağmur getirir, bu iş Türkler arasında yaygındır.”

Bu anlatımlardan taşın çalışma prensibiyle, düşünce enerjisinin onu yönlendirmesi arasında çok sıkı bir bağ olduğu anlaşılıyor. Demek ki, düşüncelerle yönlendirilebilen bir maddesel özelliği olan bir taşla karşı karşıya bulunmaktayız.

Bu taşın en son hangi tarihe kadar kullanıldığı tam olarak bilinmiyor ama bu taştan Osmanlıların da haberdar olduklarını yine tarihi belgelerden anlıyoruz. Şaban Şifaî’nin IV. Mehmet’e yazdığı “Risâle-i Şifâiyye Fi Beycini Enva-i Ahcar” isimli eserinin 14 sayfası bu taşla ilgili önemli anlatımlar içerir:

“Hiç bulut olmadığı halde Yada Taşı ile yapılan işlemden iki saat sonra bulutlar gökyüzünde görülmeye başlar ve ardından bereketli yağmurlar yağar. Ne kadar gerekiyorsa ihtiyaç olunan kadarıyla yağmuru yağdırmak Yadacı’nın hünerine bağlıdır.

Taşlar farklı renklere sahip olabilmektedir. Genellikle siyaha çalan toprak renginde olup üzerinde kırmızı noktalar vardır. Beyaz olup üzerlerinde kırmızı noktalar olanlara da rastlanmıştır. Büyüklükleri bir kuş yumurtası kadardır.”

Kaşgarlı Mahmut’un verdiği bilgilerle, bu anlatımlar büyük bir paralellik gösterir. Kaşgarlı Mahmut söz konusu taşın iki türlü olduğunu ve bazı yörelerde birine “Örünk Kaş” diğerine ise “Kara Kaş” denildiğinden bahseder. Örünk sözcüğünün Doğu Türk Lehçesinde ak yani beyaz anlanına geldiğini de hatırlattıktan sonra özetimize devam edelim…

Dolu afetinde tarlaları korumak için taş yüksekçe bir yere asılır ve ona dokunulmaz. Onu ancak bu işin sırrını bilen Yadacılar kullanabilir. Taşların birbirlerine sürtülmesi ve bir tas suyun içine taşın atılması ile bu işlemler uygulanır. Ancak bu işlemleri sırrı bilen kimselerin (Yadacılar’ın) yapması gerekir. Aksi takdirde arzu edilen sonuca ulaşılmaz. Taşı suya atmak yeterli değildir.

Bu anlatımlar da taşın kullanınn ile ilgili yukarıdaki tespitlerimizi doğrular niteliktedir. Ayrıca bu taşın sadece kullanım metodunu bilenlerin elinde işe yaradığını anlatması da önemlidir.

Şimdi bu taşın gerekli metotlara uyulmadan kullanıldığında ne tür sonuçları beraberinde getireceğini gösteren; 13. Yüzyıl’da yaşanan ve tarihi kayıtlara geçen bir olayı sizlerle paylaşmak istiyorum:

Velaşgerd önüne gelince yöredeki halk bize şiddetli sıcak, kuraklık ve hayvanları rahatsız eden sineklerden çok şikayet ettiklerini bildirdiler. Bunun üzerine taşlarla yağmur yağdırmaya karar verildi. Merasimi bizzat Sultan idare ediyordu.

“İlk başta ben buna inanmıyordum. Fakat sonradan bunun birçok tecrübelerle gerçek olduğuna gözlerimle şahit oldum.” diyen S.A. Nesevi olayın gelişimini şöyle anlatmaya devam ediyor:

Bu kez de geceli gündüzlü, ardı arkası kesilmeden yağan yağmurdan halk şikayet etmeye başladı . Yağmur sihri yapıldığına halk pişman oldu. O kadar çok yağmur yağdı ki, her taraf çamur ve bataklığa döndü. Sultan’ın çadırına bile girilmez oldu. Yağmur dinmek bilmiyordu. Sel ne var yoksa her şeyi mahvetti. Bir ara sütninesinin Sultan’a şunları söylediğini işittim:

“Sen bir hüdâvent alemsin… Fakat yağmur yağdırmakta değil… Çünkü böyle bir tufan çıkartmakla hata ettin… Senin yerinde başka birisi olsaydı bunu yapmazdı, sadece elverecek kadar yağdırırdı”

Bu tür taşların yanlış kullanımının ne tür sonuçlar doğuracağını göstermesi bakımından yukarıdaki tarihi kayıtlar son derece önemlidir. Kaldı ki, bu taşların Atlantis’te kullanılanların küçük birer örnekleri olduğu düşünülecek olursa, Atlantis’teki bu tür taşlardan oluşan devasa enerji merkezlerinin negatif alandaki kullanımının, nasıl büyük bir doğal afetler zincirine neden olduğu sanırım daha iyi anlaşılacaktır.

 
Üst