Yaratılış Gayemiz Nedir ?

Lacivert24

Extra/Dini Konular
Admin
Katılım
20 Ocak 2013
Mesajlar
7,769
Beğeni
22,150
Puanları
113
Konum
Erzincan
Yaratılış Gayemiz Nedir ?
652_320_da95103e.jpg

“Şu kainattan maksad-ı ala, tezahür-ü Rububiyete karşı, ubudiyet-i külliye-i insaniyedir.”

“İnsan niçin yaratılmış?” sorusuna sıkça muhatap oluruz. Böyle bir soruyu kendimize yahut bir başkasına sormamız, bizim için büyük bir İlahi ihsandır.

Şöyle ki: Bu soruyu güneş kendisine soramadığı gibi, bir başka yıldız da güneşe sorabilmiş değil. Yine bu soruyu bir arı bir başka arıya, yahut bir koyun berikine sormaktan aciz. Demek oluyor ki, bu sorunun cevabını arayan insanoğlu, kendi varlığını istediği sahada kullanma konusunda serbest bırakılmış; bir arayış içinde ve bu konuda bir imtihana tabi tutulmuş.

Bu imtihanı kazanmanın tek yolu, sorunun cevabını bizi yaratandan öğrenmemizdir. Bu noktaya varan insanlar gerçeğin kapısını çalmış olurlar. Ve kendilerine Kur'an lisanıyla, Peygamber diliyle cevapları verilir. “Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet (kulluk) etsinler diye yarattım.” Zariyat, 56

Namaz, oruç gibi ibadetler ise bu marifetin neticesidir. Yani, insan nimetin şükür gerektirdiğini idrak edecektir ki, sonra bu şükür ve hamd vazifesini yerine getirsin. İnsan, bu kainatı dolduran İlahi mucizelerin tefekkür ve hayreti icap ettirdiklerini bilecektir ki, tespih ve tekbir vazifesini ifa etsin. İnsan, başka insanlara merhamet etmesi gerektiğinin şuuruna erecektir ki zekat ve sadaka verme yolunu tutsun. Bütün bunlar imanın ve marifetin, yani Allah'a inanmanın ve onu tanımanın meyveleridir.

“Şu kainattan maksad-ı ala, tezahür-ü Rububiyete karşı, ubudiyet-i külliye-i insaniyedir.”

Rububiyet, terbiye edicilik manasına geliyor. Bütün alemlerin her birinde bu fiil bir başka şekilde, bir başka güzellikte, bir başka mükemmellikte kendini gösteriyor. Ve biz her namazda Fatiha Suresini okurken alemlerin Rabbine hamd etmekle bu farklı terbiyelerin şuurunda olduğumuzu ilan etmiş oluruz. Işıklar alemini de Allah terbiye ediyor, gözler alemini de.

Ve biz, güneşin ışık verecek şekilde, gözümüzün de ondan faydalanacak biçimde terbiye edildiklerini düşünerek Rabbimize şükretmekle “tezahür-ü Rububiyete karşı, ubudiyet” vazifemizi yerine getiririz. Gıda maddelerinin yenilecek şekilde, ağzımızın, dilimizin, midemizin de onlardan faydalanacak tarzda terbiye edildiklerini nazara alarak Rabbimizin bu sonsuz ihsanlarını hayret ve teşekkürle karşıladığımızda, yine o rububiyete karşı ubudiyetle mukabele etmiş oluruz.

Kainatın yaratılması insan için, insanın yaratılması ise ubudiyet içindir. Burada dikkatimizi iki kelime çekiyor; ala ve külliye kelimeleri. Bu iki kelime bize bu vazifeyi yapan daha başka varlıklar da olduğunu haber veriyorlar. Şu var ki, insan ubudiyet vazifesini onlardan daha üstün ve daha külli bir derecede yapabilecek bir istidada sahip. Sözünü etmek istediğimiz bu varlıklar, meleklerle cinlerdir. Bir melek, bir meyveyi tefekkür ederken, dünün şekilsiz, renksiz elementlerinin bugün güzel bir varlık haline gelmelerini, sert ağaçtan bu yumuşak meyvelerin çıkmasını hayretle seyreder. Ama o meyvenin tadını, vitaminini, kalorisini düşünemez, tefekkür edemez.

Zira, istidadı buna müsait değildir. İnsana bu noktada bambaşka bir kabiliyet verilmiştir. O, aklıyla, hayaliyle sadece hazır eşyayı değil, o anda görmediği nice şeyleri hatta geçmişi ve geleceği düşünebilir. Böylece fikri, düşüncesi, anlayışı ve feyzi küllileşir. Eline aldığı bir meyveyi yerken, o anda bir milyonu aşkın canlı türünün sonsuz denecek kadar çok fertlerinin rızklandıklarını, kendisinin de bu İlahi sofradan faydalanan bir fert olduğunu düşünebilir ve böylece Allah'ın Rezzak ismini külli manada tefekkür etme imkanına kavuşur. Dilerse, düşüncesini geçmiş ve gelecek zamanlara da götürür.

Bütün zamanlarda ve mekanlardaki her türlü nimeti ve onlardan istifade edenleri, hayalinin yardımıyla, birlikte düşünür ve tefekkürü daha da küllileşir. Bütün İlahi isimlerin tecellileri için benzer şeyler söylenebilir. “İyyake na'büdü” “Biz ancak sana ibadet ederiz.” ayetinin açıklaması yapılırken, ayet-i kerimede niçin ben değil de biz denildiğine dikkat çekilir ve böyle denilmekle üç ayrı cemaatin kastedildiği ders verilir. Bunlardan birisi bütün müminler, diğeri vücudumuzda vazife gören ve her biri kendine mahsus bir ibadetle meşgul olan bütün organlar, hücreler, duygular.., üçüncüsü ise bütün bir varlık alemi.

Demek oluyor ki insan, bütün varlık alemi namına “İyyake na'budü” diyebilecek bir kabiliyettedir. İşte tek başına da namaz kılsa, ferdiyetten kurtulup bu üç cemaatin ibadetlerini Rabbine takdim eden insan külli bir ibadet yapmış demektir. İnsanın bu kainata meyve olması da böyle bir neticeyi doğurmaktadır. Bir ağacın bütün birimlerini şuurlu farz etseniz, en külli tefekkürü meyve yapacaktır. çünkü meyvenin içindeki çekirdek bütün ağaçtan süzüldüğü için o meyvede ağacın tümünün ibadetlerini temsil etme, tefekkür etme kabiliyeti bulunacaktır. Bu külli ubudiyeti en ileri derecede yapanlar kainat ağacının en mükemmel meyveleri olan peygamberler ve özellikle Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed'dir(asm.).

“Maksad-ı ala ve ubudiyet-i külliye” manalarıyla şu kutsi hadis arasında yakın bir ilgi vardır: “Sen olmasaydın ben felekleri yaratmazdım. insanın vazifesiyle ilgili birçok bahis mevcut. Bunların bir özeti olarak birkaç maddeyi takdim etmek isterim:

1-Ruhuna bir İlahi ikram olarak takılan, ilim, irade, görme, işitme gibi sıfatlarını Allah'ın sıfatlarını bilmeye bir vasıta olarak kullanmak. Kendi ruhundan İlahi sıfatları bilmek için açılan bu marifet pencerelerini iyi değerlendirmek.

2-Akıl kuvvetini hikmet dairesinde, şehvet kuvvetini iffet dairesinde, gazap kuvvetini şecaat dairesinde kullanmak. • Muhabbetini ancak Allah'a vermek ve mahlukatı da yine Onun namına, Onun isimlerine ayna olmaları, kemaline işaret etmeleri, cemalinden haber vermeleri cihetiyle sevmek.

3- “İbadatın bütün enva'ına müstaid bir fıtratta” yaratıldığının şuurunda olup bütün ibadet çeşitlerinin ayrı ayrı feyizlerinden azami ölçüde nasiplenmeye çalışmak.

4- Kendisine verilen “kalb, sır, ruh, akıl hatta hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirmek.” Böylece bunların her birini kendine mahsus ibadetiyle meşgul etmek.

5- Duygularının her biriyle Allah'ın rahmet hazinelerinden birini açmak, ondan güzelce faydalanmak ve külli şükretmek.

6- Aczini ölçü alarak Allah'ın kudretini, fakrına bakarak Onun rahmetini, noksanlıklarını düşünerek Onun kemalini tefekkür etmek. Rabbini sonsuz kemal, rahmet ve kudret sahibi, kendi nefsini ise yine sonsuz aciz, fakir ve noksan bilmek.

7- Ruhunu günahlardan, bedenini de her türlü kirlerden, pisliklerden uzak tutarak İlahi huzura çıkmak.

8-Kendini Allah'ın en mükemmel eseri olma cihetiyle meleklerin, ruhanilerin seyrine, temaşasına güzelce sunmak. İşte insan bu gibi ulvi gayeler için yaratılmıştır. Ama ne yazık ki, bir çok insan, kendini unutmuş ve bu gayelerden gafil olarak sadece dünya hayatını rahat bir şekilde geçirmek için çabalar.

Bütün kainatın ibadetlerini temsil etme kabiliyetine sahip olduğu halde, sadece çevresindeki bir grup insanın teveccühlerini kazanmayı ve kendisini onlara beğendirmeyi hayatına gaye edinir. Bir süre sonra kendisi de, o insanlar da dünyadan göçüp gitmekte ve bütün bu gayeler de onun bedeniyle birlikte adeta toprağa gömülüp kaybolmaktalar.

 
Üst